6IC  
 
  77-HAYVAN HİKAYELERİ 30.04.2025 07:39 (UTC)
   
 

Hikayeler
                                                                                                                 
Kaybol
Kaybol’ dedin duydum. Şimdi alır başımı giderim bu evden, görürsün gününü. Sokaklarda beni aramaya çıkarsın ama o zaman iş işten geçmiş olur. Neymiş cam kase kırılmış, odadan çıkışımdan belliymiş bir halt karıştırdığım. Ne yapayım, her taraf kırılacak eşyayla dolu, tedirginlikten şöyle rahat rahat atlayıp zıplayamıyoruz ki.

Şimdi de yanımıza geldi, hanginiz yaptı diye bize soruyor. Yok kafayı yemiş bu. Neyi değiştirecekse sanki, ortalığı toplayacağına dedektiflik yapıyor. Cam kasenin içinden sular dökülünce ayak izleri oluşmuş, oturmuş polis müfettişi gibi onları inceliyor. Gören de hırsızlık dosyasını soruşturmak için parmak izi alıyor sanacak. Getirin bakalım patilerinizi, sen de gel. Çok bekle, zor bulursun faili, o patilerden. Utanmasa, odaya çekip ifadelerimizi alacak.

Cam bu, çatlar, kırılır, paramparça olur. Taşırken bile üzerindeki kutulara yazıyorlar, “Dikkat, kırılabilir” diye. Takım bozulmuş. Sanki tabaklar, çanaklar aralarında bir futbol takımı kurmuşlar da sahaya aynı formayla çıkıyorlar. Al yeni bir kase, görenlere, bunu takıma yeni transfer ettik dersin.

Kısa sürede boynunun altında damarlar çıktı, hızla da kelleşiyor. Nedeni belli, tabak takımı bozulmasın, tüller yırtılmasın, koltuklardan püsküller sarkmasın... Bu kadar şeyi takip etsem ben de kafayı yerdim. Bir doktora gitse, adam anlatacak, boş ver tabağı çanağı, keyfine bak diyecek ama her haltı bildiğini sanıyor ya hayatta doktora da gitmez.

Şimdi akıl etti de yeni bir kaseye su koydu. Elimde olsa eski bir kedi sözünü büyük harflerle duvara asacağım. Atalarımız der ki:

Kumu değiştir, suları tazele, mamayı sakın unutma!
Hikayeler
                                                                                                                 
Başlarım Böyle Sokak Kediliğine
Niye mi bağırıp duruyorum kapıda ?

Sıkıldım ulen, evden, dört duvardan. Camdan, perdeden, kanepeden, koltuktan sıkıldım. Ben bağırmayayım da kimler bağırsın ? Yok kakam gelmişmiş, oyun istermişim. Aklı başında adama benziyorsun ama bazen bir durgunlaşıyorsun ki, o kadar olur. Hiçbirisi değil işte. Anlayın artık benim dışarı çıkasım var. Doğduğumda annemden önce gördüm duvarları, siz dışarı gezmeye giderken, benim üstüme kapandı kapılar. Kapı deyince aklıma geldi. Geçen gün komşu ile gevezelik yaparken ne zırvaladığını duydum.

Kapının önünde kıçımı yırtıyormuşum. Öyle mi ?

Seni de kapatayım eve. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar. Sabahtan akşama dönüp dur da evin içinde, bakayım sen nerenden bağırıyorsun ? Ya diğerine ne demeli ? Ben bağırdıkça veterineri arıyor. Fasulye sırığı, kendi canın sıkılınca doktora mı gidiyorsun sen ? Sabahın köründe çıkıp, dağ bayır gezmeyi biliyorsun da, ben bağırınca neden veterineri arıyorsun ? Sizden bana fayda yok. Bari veteriner gelse de korkmuş ayağı ile bir dişlesem hergeleyi. Biraz kan akıtırsam, belki akılları başlarına gelir de salarlar beni dışarı.

Sokak kedisi dediğin pis olur, çöpte gezer, aşk hayatı inişli çıkışlı, tırnakları kanca gibidir. Bir de bana bakın, yirmi dört saat yalanmaktan dilim uzadı, tüylerim pırıl pırıl ama bir sevgilim bile yok. Sevgilinin koklamadığı tüyler, güneşte parlamış neye yarar ? Geçen gün arkadaşıyla karşıma geçmiş, yalanıyorum diye bana gülüyor. Kıçımı yalamak için iki büklüm olmuşum; bu hıyarlar da, karşıma geçmiş pişmiş kelle gibi sırıtıyor. Ulen, ben sıkıntıdan ne yaptığımı biliyor muyum ? Hele o avanak arkadaşına ne demeli ? Cins kediler misafir önünde böyle yapmazmış. Sanki ben çağırmışım, herif de bana misafir gelmiş. Bütün gece, sokak kedileri şöyledir, sokak kedileri böyledir diye nutuk çekip durdu. Benim nerem sokak kedisiyse. Zaten haftaya da ilk iş muhtara başvurup türümü değiştiriyorum arkadaş. Lafa gelince sokak kedisi. Eşek kadar olduk daha sokağın yüzünü göremedik. Sokak lambaları sokakta, sokak çocukları sokakta, sokak kedileri evdeki kanepenin üstünde. Bu nasıl adalet kardeşim: Sokak kedisi dediğin, terlik gibi evin içinde dolaşıp durur mu ?

Dış kapının koluna zıplayıp kapıyı açmayı öğrendim ya, ukala dümbeleği hemen kapıları kilitlemeye başladı. Ulen kilitleri açmayı da öğrenmezsem ne olayım. Kapıya beton döksen gene bir yol bulacağım. Eğer yılıp vazgeçeceğimi, önünüzde diz çökeceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun. Ne demiş Can Baba :

Ben Clio’nun doruğ’na durmuşam
Şiirlerle vuruşmuşam
Kem sözüyle dostun vurulmuşam
Şairim ben bir keçiyem
İnatçı leş kokulu ayağına tez
Sarpı serap bellemişem
Gözüm yukardan bakıy
Dalgın dalgın aşağı
Düşünmüyom bile
Düze nassı ineceğem
Kayya gibiyem
Ya da bir çığ diyem
Ya da bir çağ
Lorka gibi


Anlayın artık. Ben de bir kediyem. Sokak kedisi. Kapı önlerinde kıçımı yırtmaya devam edecem. Ta ki birisi sesimi duyana kadar...
Hikayeler
                                                                                                                 
Arap
Köyün dağlarına çam dikilmiş, arazi kalmadığı için de sahibi keçi sürüsünü satmıştı. Yalnız başına dağlarda kalamazdı. Yakınlarda sürüsü olan kimseyi de tanımıyordu. Yaşamını sürdürmesi olanaksızdı artık doğup büyüdüğü dağlarda. Bu durumda köye inmekten başka çıkar yol kalmamıştı Arap için...

Annesini, kardeşlerini tanımıyordu. Üç aylıkken ayırmışlardı onu ailesinden. Sahibi, yıllarca sürüsünü koruyan Arap'ı çok severdi. Ne çakallar ne de kurtlar yaklaşabilmişti sürüsüne. Dağdaki vahşi hayvanların hepsi korkarlardı Arap'tan. Ara sıra kendini bilmez kurtlar çıkmamış değildi; Arap onların hepsinin dersini vermiş, kendi koruduğu sürüye yaklaşmalarının ne demek olduğunu göstermişti.

Kuzguni siyah tüyleri, diğer köpeklerden iki, hatta üç kat iri bedeniyle, köye ilk geldiğinde ondan korkup kaçmıştı herkes. Oysa insanlarla alıp veremediği yoktu Arap'ın. Düşmanlarını iyi bilirdi o. Dağlarda geçirdiği uzun yıllar öğretmişti bunu ona. Kendisinden korkup kaçan çocuklara bakıp üzülürdü. Konuşabilse: "Korkmayın çocuklar, benim size zararım dokunmaz," diyecekti onlara. Bunu anlasınlar diye kulaklarını kısıp kuyruğunu sallıyordu, ama boşuna. Anlayamıyorlardı onu çocuklar...

Sahibinin evi bir köprünün yanındaydı. Köprü, köyün dar toprak yollarından birine, diğer bir dar toprak yolu bağlıyordu. Kışları akıp yazları kuruyan bir derenin üstündeydi. Köprünün dibinde büyük bir çitlembik ağacı vardı. Çitlembiğin dibinde küçük bir alanda yatıp kalkıyordu Arap. Köye ilk geldiğinde onu gören çocuklar, yıldırım gibi koşup geçerlerdi yanından. Zamanla zararsız bir hayvan olduğunu anlayıp sevmeye başladılar. Ali, köpeği sevenlerden kıskanırdı. Kapılarının önünde yattığına göre, köpek de kendilerinin sayılır diye düşünürdü. En çok ekmeği de Ali verirdi ona...

Durumu hiç de fena sayılmazdı Arap'ın. Yiyor, içiyor, yan gelip yatıyordu. Bu rahatlık onun epeyce kilo almasına neden olmuş, iyice irileşmişti... Bir de Panter olmasa diyordu. Panter köyün Arap'tan sonra en iri köpeğiydi. Saldırgan ve kavgacıydı. En kötüsü de, sahibiyle birlikte saldırmasıydı Arap'a. Panter'in hakkından gelmesi kolaydı da, sahibinin kendisine attığı taşlar kötüydü. Dün attığı bir taş, ön sağ bacağını yaralamış, topallıyordu Arap. Gerçekte o, kavgadan yana değildi. Kendisini korumak için kavga ediyordu Panter'le.

Kaldığı küçük alana bakan kerpiç bir ev vardı. Sahibi çok erken kalkan bir balıkçıydı. Kalktıktan birkaç saat sonra evine döner, kapısının önünde kendisi için getirdiği balıkları ayıklardı. Arap'a arkadaş gibi davranır, ayıkladığı balıkların başlarını ve bağırsaklarını ona atardı. Kediler rahat verse, kuru ekmek yemekten bıkan Arap için değişiklik olacaktı bu balık artıkları... Kendisi gibi yalnız yaşayan bu adama çok yakınlık duyuyordu Arap. Niye yalnız yaşıyor acaba diye düşünürdü. Diğer evlerde herkes eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte yaşıyordu?..

Arap'ın zararsız köpek olduğunu anlayan çocukların en büyük zevki, diğer köylerden gelen, ya da diğer mahallelerden gelip de Arap'ı tanımayan arkadaşlarını, onun yanına getirip kendisiyle ne denli dost olduklarını göstermek olurdu. Diğer çocukların korku dolu bakışları arasında Arap'ı okşayıp severlerdi. Arap onlara kulaklarını kısıp, kuyruğunu sallayarak ve insanlarınkine benzer sesler çıkarmaya çalışarak karşılık verirdi.

Arap'ın bulunduğu alana yakın, yine küçük kerpiç bir evde, sabahlara kadar öksüren bir adam otururdu. Arap onun durumuna bakar, üzülürdü. Nefes darlığı çekiyordu adamcağız. Yaşlanınca kendisinin de aynı duruma düşeceğinden korkardı. Bir gün, adamı, uzun tahta bir sandığın içine koyup götürdüklerini gördü. Gece olduğunda adamın öksürüklerini duyamayınca içini hüzün kapladı. Gecenin yalnızlığı iyice çökmüştü içine. Başını kaldırıp yıldızlara baktı. Çok uzaktı yıldızlar. Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı...

Beyaz badanalı evin sahipleri durmadan kavga ederlerdi. Hatta, bazen de evin erkeği kadınını döverdi. Hiç aklı ermezdi bu olanlara Arap'ın. Gücü gücü yeteni dövmekle yaşam güzelleşse, ben her gün bir kaç dişi köpeği döver, mutlu olurdum diye düşünürdü. Başka köpekleri dövmek şöyle dursun, o, kendisine taş atan yaramaz çocuklara bile bir şey yapmaz, yaptıklarını cahilliklerine verip, hoşgörüyle bakardı onlara...

Bazen tava gelmiş dişi köpekler yanına gelip cilve yapıp kuyruk sallarlardı. Dişinin peşindeki erkek köpekler onun korkusundan yanlarına yaklaşamazlardı. Arap, hiç birisine yüz vermezdi, kendisini baştan çıkarmak için gelen dişi köpeklerin. O istese, kulaklarını sallasa ellisi, kuyruğunu sallasa benlisiyle koşardı yanına. Aslında Arap da güzel bir dişiyle birlikte olup çocukları olsun isterdi. Kendisi gibi gürbüz yavruların çevresinde dolaşıp, onunla güreşmelerini düşlerdi ara sıra. Ya sonrası, diye düşünürdü. Nasıl bakabilecekti onlara?. Başkalarının eline bakıyordu kendisi. Bir sürü çocuk yap, sokaklara salıver. Onları av köpeği, çoban köpeği gibi bir meslek sahibi yapabilse olurdu. Kendisi bile mesleğini yapamayıp, işsiz güçsüz, yan gelmiş yatıyordu...

En iyi dostu Firdevs Nine'ydi Arap'ın. Yaşı sekseni aşmıştı Nine'nin. Kulübe gibi küçük evinde yalnız başına otururdu. Gelinleri kendileri için pişirdikleri yemekten ona da getirirlerdi. Geçim sıkıntısı yoktu. Çocukları yalnızlık da çektirmemeye çalışırlardı ona. Yine de sıkılırdı gece gündüz tek başına oturmaktan. Arap, bir gün Nine'nin evinden gelen, mırıltıyı andıran bir ses duydu. Merak edip, kapısına yaklaştı. Yazın, gündüzleri kapısı açık dururdu sürekli. Kapının önüne geldiğin de, kadının önündeki kitaptan bir şeyler okuduğunu gördü. Göz ucuyla Arap'a bakmış, aldırış etmeden okumasını sürdürmüştü. Sözlerinden hiç bir şey anlamıyordu Arap. Köyün minaresine her gün çıkıp bağıran adamın söylediklerine benzetti Nine'nin okuduklarını. Merak edip sonuna kadar dinledi. Kitabı kapatıp, içinden bir şeyler daha söyleyip ellerini yüzüne sürdü Nine. Sonra da kalkıp bir parça ekmek kopardı. Ekmeği öpüp başına koyduktan sonra Arap'a verdi ve onun sırtını okşadı...

Arap, bir sabah çevresinde olup bitenleri görüp şaşırdı. Gözlerine inanamıyordu. Mahalledeki bir kaç adam ellerinde bıçaklar, kimileri koyun, kimileri keçi kesiyorlardı. Sahibi yere yatırdığı koskoca bir erkeçi ustaca kesmiş, şimdi de derisini yüzüyordu. Ayıp olmasın diye ağzını kapattı Arap. Sular akıyordu açık ağzından. Biraz sonra erkeçin karnını yardı sahibi. İlk çıkanlardan üç kulaç bağırsağı Arap'ın önüne attı. Gözlerine inanamıyordu Arap. Nereden çıkmıştı bu ziyafet. Diğer köpekler Arap'ın korkusundan oraya yaklaşamıyorlar, öbür kesicilerin yanında kısmetlerini bekliyorlardı. Birkaç kedi bağırsağa pençe attılar ama boşuna. Arap bağırsakları kedilerin pençelerinden kurtarıp bir güzel yuttu... Bir kaç gün sürdü bu şölen. Ertesi günler bol bol kemik yemişti Arap. Hatta, diğer köpeklerin kıramayıp bıraktıkları kemikleri de güçlü dişleriyle parçalayıp indirmişti karnına.

Uzun süre aynı şölen yinelenmedi köyde. Arap boşuna beklediğini anlamıştı. Kim bilir ne zaman hayvan kesilirdi bir daha. Komşusu, yalnız Balıkçı'nın balık artıklarıyla mutlu olmaya çalışacaktı eskisi gibi. Kendisine balık veren bu adamı izlemek için bir sabah onun peşine takıldı. Balıkçı, kayığının ipini çözüp iskeleye yanaştırdı. Demirin ipini iskeleye bağlayıp sandalı iskeleden açtı ve kürekleri taktı. Manevra yapıp kayığın başını açığa çevirdiğinde Arap'ı gördü. Arap, adamın kendisine gülüp bir şeyler mırıldandığını anladı. Balıkçı kendisini her gördüğündü ona gülümseyip tatlı sözler mırıldanırdı. Kayığın motorunu çalıştırıp köyün dışına doğru yol almaya başladı Balıkçı. Merak edip, kıyıdan sandalın gittiği yöne doğru koşmaya başladı Arap. Balıkçı küçük bir koya geldiğinde motoru stop edip sandalını durdurdu. Suyun yüzündeki beyaz bir şeyi yakalayıp çekmeye başladı. İlkin ince bir ip, arkasından da denizden çıkan ağları gördü Arap. Balıkçı ağı çekip duruyor ve ağa takılmış balıkları çıkarıp yanındaki tenekeye atıyordu. Sonuna dek sabırla bekledi Arap. Balıkçı işini bitirip motoru çalıştırdı. Bir başka koyda da aynı şeyleri yaptı. Arap'ı görmüş, ara sıra ona bakıp gülümsüyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. İşini bitirip sandalı kıyıya baştankara yaptı. Güverteye ayırdığı yarım kilo kadar balığı Arap yesin diye çakılların üstüne koyup: "Doyur bakalım karnını,”dedi. Hayvanların kesildiği o günlerden beri böyle güzel yemek yememişti Arap. Onun bu mutluluğunu gören balıkçı, satmak için ayırdığı balıklardan bir kaç tanesini daha alıp önüne koydu. Hepsini yiyip bitirdikten sonra: "Oh be, dünya varmış,”der gibi balıkçıya baktı Arap...

Balıkçı onu da sandalına almış, köye getiriyordu. Hiç deniz yolculuğu yapmamış olan Arap, yaşadıklarının keyfini çıkarmaktaydı. Arka ayakları sandalın ambarında, ön ayakları baş güvertedeydi. Başını sağa çevirdiğinde uçsuz bucaksız denizi, sola çevirdiğinde dalları denizle öpüşen iğde ağaçlarını görüyordu. İğde kokuları iyot kokularına karışıp Arap'ın içini bayıltıyordu.

Köye geldiklerinde, sabah erken kalkan bir kaç çocuk, durumu görüp iskeleye koşmuşlardı. Arap, iskeleye çıkmış, Balıkçı'nın sandalı demirlemesini bekliyordu. Beklemeden çekip gitmek ayıp olur, dostluğa sığmaz bu diye düşünmüştü; evin önüne kadar arkadaşlık etmeliydi Balıkçı'ya. Arap'a korku ve hayranlıkla bakan çocuklar, onun yanına yaklaşamıyorlardı. Başka mahallenin çocuklarıydı bunlar. Uzaktan Ali göründü; koşarak gelip, Arap'ın boynuna sarıldı. Diğer çocuklara gösteriş yapmak için sulu sulu şakalar yapıyordu. Arap, bu şakaların sırası mı? Tanıyan var tanımayan var diye geçiriyordu içinden. Balıkçı işini bitirip çıktı sandalından. Koltuğunun altındaki balık tablasıyla kahvenin önüne gidip büyük bir çınarın altına oturdu. Tablayı yere koydu. Bir sigara yakıp kahveciye çay söyledi. Bir kaç kedi yavaş yavaş balık tablasına doğru yaklaşıyorlardı. Balıkçı, kedilerden habersiz, dalgın dalgın ufka bakıyordu. Tam zamanı işte diye düşündü Arap; yerinden şimşek gibi fırlayıp kedilerin üstüne atladı. Kedilere birer ikişer tokat indirip çil yavrusu gibi dağıttı hepsini. Dalgın dalgın oturup, laflayan köylüler, Arap'ın aniden koşmasından ve çıkardığı gök gürlemesini andıran sesinden ürküp korkmuşlardı. Balıkçı gülümseyip Arap'a sevgi dolu sözler söyledi. Üç beş kediydi sonuçta kovaladığı. O sayıda kurt sürülerini dağıtıp kovalamıştı o. Balıkçı'nın sözlerinden şımarmamış, eski yerine çekilmiş, ön ayaklarını dikerek, arka ayaklarının üstüne oturup aynı ağırbaşlılıkla görevini sürdürmüştü Arap...

Ayağında şort olan bir adam, gelip balıkları aldı. Balıkçı kahvaltı için kendisine ayırdığı balıklarla eve doğru yürürken Arap da kalkıp onu izledi. Evin önüne geldiklerinde, balıkları ayıklayan Balıkçı'dan uzak durdu. Bir sürü balık yemişti. Daha fazlası arsızlık olurdu; bu artıkları da kediler yesin, diye düşündü. Kediler, yan gözle Arap'a bakıp, yavaş yavaş balıkçının yanına yaklaştılar... "A!. Ne o öyle?" İnanılacak gibi değil. Balıkçı, her gün kendisine attığı balık kafalarını atmayıp, yalnızca bağırsakları ve solungaçları atıyordu kedilere?. Açgözlülük yapmayıp, balık artıklarını kedilere bıraktığı için kendisine beğeniyle bakan Balıkçı'ya, daha önce balık kafalarını kendisi yiyecekken, yemeyip ona attığı için, iki gözünü kırparak teşekkür etti Arap...

En çok tuhafına giden şey de, küçük çocukların yanına gelip, ona: "Otur, kalk, koş, yakala, toka yap,” diye basit şeyleri yaptırıp şaşırmalarıydı. Ne vardı sanki bunda?. Küçücük enikler bile anlardı o kadarını. Doğduğundan beri insanlarla birlikte büyümüştü o. Söylenen bir çok şeyi anlıyor ama, konuşamıyordu. Yalnızca, minareye çıkıp bağıran adamla, Firdevs Nine'nin önündeki kitaba bakıp mırıldandığı şeyleri anlayamıyordu. Bir de, geçen gün Ali'lerin evine gelen şortlu, yamaçlarda gördüğü katırtırnaklarının çiçekleri renginde saçları olan iki kızın söylediklerinden hiç bir şey anlayamamıştı. Ali de o gün bir başkaydı. Diğer zamanlarda çenesi durmaz konuşurdu. O gün, kızlar konuştukça, durup yalnızca "Yes"...”No", diyor başka bir şey demiyordu...

Havalar soğumaya başlamıştı. Başına, dibine yattığı çitlembiğin sararmış yaprakları düşüyordu. Firdevs Nine de kapısını kapatıyordu artık. Yağmurlar da düşmeye başlamıştı yavaş yavaş. Yağıştan ve soğuktan korunacak bir yer bulmalıydı. Köprünün altı kendisini yağıştan koruyabilir diye düşündü. Geceleri orada yatmaya başladı. Bir gece, uyurken yağan yağmur sularıyla akmaya başlayan dere, onun korkarak uyanmasına ve kendisine daha uygun bir yer aramasına neden oldu.

Balıkçı, eskisi gibi sağlıklı olsaydı ona küçük bir barınak yapar, kışı geçirmesini sağlayabilirdi. Arap, bazen kendi derdini unutup Balıkçı'yı düşünüyordu. Adam, geceleri evine kapanıp, sabahlara dek kendi kendine konuşuyor; hiç uyumuyordu. Gündüzleri bahçedeki zeytin ağaçlarından birinin dibine oturup, gözleri yarı açık, kendi kendine mırıldanıyor, olmayan düşmanlarıyla kavga ediyordu. Eskiden öyle miydi?. Yanından geçerken gülümser: "Nasılsın Arap?" der, başını okşardı. Şimdi kendisini görmüyordu bile Balıkçı...

Kar yağmaya başlamıştı. Sahibi ona iki evin arasında bir barınak yaptı. Hakkını yemişim adamın, beni unutmamış deyip, sahibi hakkında yanlış şeyler düşündüğü için utandı. Aynı gün Ali, bir tencere kemik getirdi derme çatma kulübesine. Akşamüstü kar yağmaya başlamış, sabaha dek de sürmüştü. Ertesi sabah kartopu oynayan çocukların sevincini izledi. Ara sıra kendisine de kartopu atıyorlardı ama, çocukların kötü amaçlı olmadıklarını bildiği için kızmıyor, o da onlarla birlikte hoplayıp zıplıyor, karların içinde yuvarlanıyordu. Biraz sonra da oyun yaşında olmadığını düşünüp utandı. Barınağına çekilirken çevresine bakındı. Yavru köpeklerin kendisini o halde görmüş olmalarından çekiniyordu...

Karlı havalar uzun sürmüştü. Bir gece çakal kokusu duyup, köyün yukarısına doğru yürüdü. Burnu yanıltmamıştı onu. Bir çakal, Aliye Ablalar'ın kümesine doğru sinsi sinsi yaklaşıyordu. Saklanıp üzerine atlaması, onu gırtlağından yakalayıp boğması işten bile değildi. Dağdaki tüm vahşi hayvanlar bilirlerdi onun ne yaman bir kavgacı olduğunu. Düşündü ve sonra da acıdı çakala. Aç kalsa, kendisi de hırsızlık yapmak zorunda kalabilirdi. En iyisi korkutup kaçırmaktı çakalı. Havlayarak üstüne doğru koşmaya başladı. Aaa!. Gözü mü dönmüştü bu çakalın? Boyuna posuna bakmadan dişlerini çıkarmış, Arap yanına gelsin diye bekliyordu?.. Gitse olmaz, gitmese hiç olmazdı. Yanına gidip hırlayarak biraz itip kaktı onu. Korkmadan karşı koyuyordu çakal. Ensesinden ısırıp, biraz silkeledi ve bıraktı. Yine gitmiyordu. Aklına sahibinin bir sözü geldi. Kendisini aç bırakmamaları için karısına ve çocuklarına:"Arap, hırsızlık yaparsa sorumlusu biz oluruz. Unutmayın, aç it fırın deler,”demişti. Aç çakal da başına gelebilecek tüm belaları göze alıp kümes delmeye gelmişti demek? Dişleriyle ensesinden kavrayıp sürüklemeye çalıştı. Direniyordu çakal. Yere vurup gırtlağına dişlerini geçirmesi, oracıkta boğması işten bile değildi çakalı. Anlamıyor muydu bu aptal hayvan?. Tilki olsaydı, durumu anlayıp şimdiye dek çoktan kaçmıştı oradan... Gürültüyü duyan ve kokuyu alan birkaç sokak köpeği de gelmiş, Arap'a yardım etmeye kalkmışlardı. Sanki kendisi tek başına beceremiyormuş gibi?.. Şimdi çakalın gitmesine izin verse, bir sürü dedi kodu yapacaklardı arkasından. Boğmak da istemiyordu. Eyvah, olan oldu işte, diye geçirdi içinden. Aliye Abla'nın oğlu gürültüyü duymuş, elinde tek kırma tüfeğiyle çıkmıştı bile dışarıya. "Çekil oradan Arap,” diye bağırdı Apo. Yapılacak hiç bir şey yoktu, çekilecekti çaresiz. Çekilir çekilmez silahın sesi karanlığı yırtarak karlı kış gecesinin sessizliğini bozdu. Yakındaki zeytin ağaçlarının yaprakları hafifçe sallanınca dallardaki karlar düşüp yağan karlara karıştılar. Çakal havada bir takla atıp, karların üstüne serildi. Arap kulübesine giderken üzgündü. Kendisini, kaçamak bakışlarıyla aşağılayan sokak köpeklerini görmezlikten geldi...

Çocukların ortalığı çınlatan sesleri, denizden gelen dalga seslerini bastırıyordu. Seslerin geldiği deniz kıyısına doğru koştu. Lodos karları eritmişti. Koştukça çamur sıçratıyordu ayakları. Deniz kıyısına vardığında, dalgaların etkisiyle kıyıya vuran bir kayık gördü. Alabora olup ters dönmüştü. Onun kıyıya gelmesini bekliyordu herkes. Kayık dalgaların sürüklemesiyle kıyıya vurdu. Büyük bir dalga onu döndürüp omurgasının üstünde kumlara oturttu. Dalga çekilince de kayık yan yattı. Küçük çocuklar bunu oyun olarak aldılar. Arap, başını çevirip büyüklere baktığında, onların, bu olaya çocuklar gibi sevinmediklerini gördü. Sandalı da tanımıştı. Bu, uzun süredir evden çıkmayan, dostu Balıkçı'nın sandalıydı. İlk kez bu sandalla deniz gezintisi yapmıştı Arap. Üzüntüyle baktı karaya vuran sandala; o an, sandalından habersiz Balıkçı geldi gözünün önüne...

Dalgaların önünden kaçıp, sularla kovalamaca oynayan çocukları izledi bir süre. Denizi hiç böyle görmemişti. Balıkçı'yla birlikte durgun denizde ne güzel gezintiler yapmışlardı? Eski anıları canlandırmak için Balıkçı'nın ağ attığı koylara doğru yürümek geldi içinden. Hem dalgaları izliyor hem de yürüyordu. Bir dere ağzına geldiğinde, durdu. Dalgalar derenin içlerine dek giriyorlardı. Köprü yukarıda olduğu için buradan geçmeyi düşünmüştü. Sular o denli çoğalmıştı ki, girse her yanı ıslanacak, bu kış soğuğunda üşüyecekti. Tam köprüye doğru yürüyecekken suların içinde bir pırıltı görüp durdu. Dikkatli bakınca bunun büyük bir balık olduğunu anladı. Soğuk falan demeyip suya girmeliydi. Suyun içinde balığa doğru yürüdü, biraz sonra da ayakları yerden kesildiği için, yüzmeye başladı. Balığın yanına gitti. Baygın balığı kuyruğundan yakalayıp dere kenarına doğru sürükledi. Sudan çıktığında gözlerine inanamıyordu. İki günde zor yiyip bitirebilirdi bu balığı. Bir kısmını orada yemeyi düşündü. Yemeğe başlayınca balığın tadı öyle sarmıştı ki Arap'ı, bir solukta yarısı bitirmişti koskoca balığın. Ertesi gün yemek için diğer yarısını alıp kulübesine getirdi. Karnını öylesine doyurmuştu ki, zor yürüyebilmişti gelirken. Köyün üstünden dolaşıp, kimseye görünmeden getirdiği yarım balığı. Biraz sonra da kendisine ekmek getiren Ali durumu görüp şaşırdı. Gözlerine inanamamıştı. "Nereden buldun layn, bu gocaman balıyı?" diye sordu Arap'a. Annesine: "Arap'ın gulbesinde gocaman levrek balıyı va.”diye bağırdı. Kadın gelip levreğe baktı: "Kulağına kar suyu kaçınca bayılmış balık. Hadi gel; köpeyin kısmeti o, yutkunup durma bakıp bakıp", deyip Ali'yi oradan uzaklaştırdı...

Kış olmasına karşın havalar ısınmıştı. Bir sabah Balıkçı'nın evden çıktığını gördü. Balıkçı, kış geleli ne dışarı çıkıyor ne de zeytin ağaçlarının diplerinde oturuyordu. Bir yakını ona, karnını doyurması için bir şeyler getiriyordu. Arap yine zeytin ağaçlarından birinin dibine oturmaya gidiyor diye düşündü. Balıkçı durup ona baktı. "Nasılsın Arap?" diye seslendi. Arap dikkatli bakınca Balıkçı'nın gözlerinin yine eskisi gibi parlak ve sevgiyle dolu olduğunu gördü. O da sevgisini belli eden sesler çıkartıp kulaklarını kıstı ve kuyruğunu salladı...

Ertesi sabah erkenden kalkmış, akşamdan attığı ağlarını kaldırmaya gidiyordu Balıkçı. Onu gören Arap kalkıp gerindi. Balıkçı denizden, Arap kıyıdan, yarım saat sonra koylardan birisindeydiler. İşlerini bitiren Balıkçı, sandalını kıyıya baştankara edip Arap'ın payını çakılların üzerine koydu. Arap balıkları yedikten sonra da balıkçı onu sandalına alıp köye getirdi.

Arap'ın Balıkçı'yla olan son arkadaşlığı iki ay kadar sürmüştü. Bir gün balıkçının cesedini battaniyeye sarıp evine getirdiler. Balıkçının yakınları kadar Arap da üzülmüştü onun ölümüne. Son iki ayda aralarındaki yakınlık iyice ilerlemişti. Çocukların çoğu ona,”Balıkçı'nın Arap,” demeye başlamışlardı. Cenazeyi götürenlerle mezarlığa kadar giden Arap, uzaktan insanları izlemişti. Mezarlık dönüşü Balıkçı'nın sevecen yüzü gözünün önünden gitmiyordu. Ona balık veren, hatta onu arkadaş yerine koyup konuşan Balıkçı'nın ölümü çok sarsmıştı Arap'ı. Gözpınarlarında biriken birkaç damla yaşı insanların görmesini istemediğinden yolunu değiştirip zeytinliklerin arasına doğru yürüdü...

Akşam olduğunda, Firdevs Nine, yine kendisinin anlayamadığı o şeyleri mırıldanıyordu. Balıkçı gömüldükten sonra, oradaki adamlardan birinin Nine'nin mırıldandığı sözlere benzer şeyler söylediğini anımsadı. Arap, Nine'yi bir süre dinledikten sonra, Balıkçı'nın boş evinin önüne geldi. Dikilip bir süre baktı pencerelerine. Daha sonra da evin arkasındaki zeytinliğe yürüdü yavaşça. Yüzünü dağlara dönüp hiç durmadan uludu karanlık dağlara. Yerler ağarırken, yorgun yorgun döndüğü barınağında, ön ayaklarıyla gözlerinin altındaki ıslak tüylerini siliyordu...

Bahar gelmiş, havalar ısınmıştı. Çiçekler açmış, ovalar renk cümbüşü içindeydi. Arap, barınağından çıkıp çitlembiğin altına uzandı yine. Bir süre, yattığı yerden, eskisi gibi Balıkçı'nın boş kalan evinin pencerelerine baktı. Üzüntüden içi daralıp kendisini köyün dışına attı. Ovalarda gezinirken karşılaştığı Panter yanındaki dişi köpeği koklayıp yalıyor, onun gönlünü yapmaya çalışıyordu. Sahibi de yoktu yanında. Tam zamanıydı şimdi; aralarındaki hesabı burada görmeliydi Arap. Panter'in yanına koşarak gitti. Panter de onu görmüş, ancak, kaçacak zaman bulamamıştı. Olanca gücüyle atıldı üstüne Arap. Panter sırtüstü yere düştü. Arap kocaman ağzını açıp onu gırtlağından yakaladı. Sahibinin yanında efelenen Panter gitmiş, onun yerine gözleriyle Arap'a yalvaran Panter gelmişti. Korkudan titriyor, kendisini bırakması için, Arap'ın gözlerinin içine yalvarırcasına bakıyordu. İstese hemen o anda boğabilirdi Panter'i. Bıraktı Arap. Var gücüyle köye doğru kaçıyordu Panter. Dişi köpek, Arap'ın kendisi için kavga ettiğini sanıp, yaltaklanmaya başladı. Kuyruğunu sallayıp sürtündü ve yaladı Arap'ı. Kendisine hiç yüz vermeden giden Arap'ın arkasından şaşkın şaşkın bakıyordu... Arap hem gidiyor hem de düşünüyordu. Dişi köpeğin yanında böyle bir şey yapmış olması, Panter'in gururunu çok kırmış olmalıydı. Çok ayıp ettim, kozumu yalnızken paylaşmalıydım diye düşünüp üzüldü...

Yaz geldiğinde, Arap, hem suya girip serinlemek, hem de deniz kıyılarında dolaşıp Balıkçı'yla olan anılarını bir kez daha tazelemek istedi. Koylardan birine gidip denize girdi. Denize girmek için oralara gelen yabancılar onu görüp şaşırdılar. Hatta, çocuklardan biri Arap'ı gösterip çığlık atıyor: "Baba bak, deniz aslanı,” diyordu. Arap yandaki koya gittiğinde deniz kıyısına atılmış bir sürü balık gördü. Sevinçle yedi balıkları. Ertesi sabah erkenden aynı yere balık bulma umuduyla geldiğinde, bazı adamlar gördü orada. Adamlar denizdeki ağı kıyıya çekip torbasındaki balıkları sandıklara boşalttılar. Sonra da ağa saplanmış küçük balıkları temizleyip çakılların üstüne attılar. Daha sonra da ağlarını kayıklarına alan balıkçılar, arkasında büyük bir lüks lambası takılı küçük kayığı da yedeklerine alıp gittiler. Arap deniz kıyısına inip, balıkçıların attıkları balıkları bir güzel yedi. Balıkların, ya kafaları kopuk ya da bir kısmı ezikti. Balıkçıların bu balıkları niye attıklarına akıl erdiremedi Arap...

Aylar ayları, yazlar kışları kovalamış, Arap köye geleli dört yıl olmuştu. Yaşlandığını anlıyordu ama, yine de gücü yerindeydi. Köyün köpekleri saygıda kusur etmiyorlardı kendisine. O, Balıkçı'nın yıkılmaya yüz tutmuş küçük evine bakıp eski dostunu anımsıyor, eski günleri özlüyordu. Sağ olsaydı da kendisiyle eski günlerde olduğu gibi arkadaş yerine koyup konuşsaydı Balıkçı?..

Yine bir yaz sabahı, erkenden balık yemeye gitmişti Arap. Her zaman geldiği saatte dönmedi. Öğleden sonra zeytinliğinden dönen bir adam, yukarı köprüde onun ölüsünü gördüğünü söyledi sahibine. Gidenler, Arap'ın söylenen yerde ölüsünü buldular. O koca Arap, o dev gibi köpek kanlar içinde yatıyordu köprünün üstünde. Başında bir kurşun yarası vardı. Her halde bir kaç saat oluyordu vurulalı. Yukarı köprü evlerin hemen bitimindeydi. Orada vurulsa köylülerin silah sesi duymaları gerekirdi. Daha uzakta vurulduğunu düşündüler. Dikkatli bakınca da koylara doğru giden yolda kan izlerini gördüler. Koca Arap, vurulduktan sonra, derdine çare bulur umuduyla sahibinin yanına varabilmek için uğraşmıştı, başaramamıştı demek?..

Sahibi, Arap için büyük bir çukur kazıp gömerken, köyün çocuklarının ve köpeklerinin tamamı oradaydılar. İçlerinden birini saymazsak köpekler de en az çocuklar kadar üzüntülüydüler. Panter sevincini açıkça belli etmese de Arap'ın gömüldüğü çukura bakarken, gözlerinde bir damlacık yaş yoktu...

Köyün çocukları yıllarca unutmadılar Arap'ı. Öylesine kahramanlıklar uydurulmuştu ki Arap için, bir köpeğin o söylenenleri yapması olanaksızdı. Bazısı onun kendisinin beş misli büyüklüğünde ayıları boğduğunu, bazısı elli kurtla boğuşup hepsini kaçırdığını söylüyor; Ali, onu bir kaç kez Balıkçı'yla insan gibi konuşurken duyduğunu yemin ederek anlatıyordu. Arap için uydurdukları kahramanlık hikayelerine sonunda uyduranlar da inanıyor; bu şekilde, Arap'ın destanı her gün yeni bir hikaye eklenerek büyüyordu...
Hikayeler
                                                                                                                 
İlk Aşk -I-
Elvan, onu soğuk bir kış günü sokakta bulduğunda henüz bir aylık kadardı. Bir çatı katında kiraladığı küçük dairesinde yalnız oturuyordu Elvan. Üniversite son sınıfa giden kız, sokakta gördüğü ağlar gibi miyavlayan bu terkedilmiş kedi yavrusuna kıyamamış, onu kucaklayıp getirmişti eve. Sağ ön ayağının patisi bir tuhaftı bu yavrunun. Patiye dikkatlice bakınca Elvan, bu tuhaflığın bir tane fazla parmaktan geldiğini hayretle gördü.

İlk baştan ondan ürken yavrucuk daha sonraları yavaş yavaş Elvan’a alışıp, en sonunda da kızın kucağından inmez olmuştu. Bu beyaz benekli sarı erkek yavruya Kerem adını verdi Elvan. Kerem bir yıl önce vurulup ölen sevgilisinin adıydı. Aynı üniversitedede okuyan ve son sınıfa giden nişanlısı, gençler arasında çıkan bir çatışmada vurulmuştu.

Evine Elvan’ı ziyarete gelen arkadaşları da yavruyu çok seviyordu.. Bazısı, seninki onunkinden daha çok kedi adına benziyor derler ve gülüşürlerdi. Özel olarak Kerem’le oynamak için gelen arkadaşları bile vardı. Saatlerce onun soytarılıklarını izleyip eğlenirlerdi.

Birçok zamanlar kendi yemeğini unutan Elvan, evden dışarıya çıkarken kedisinin mamasını ve suyunu hiç unutmazdı. Dışarıdayken de Kerem’i özler, eve geldiğinde ilk işi onu kucağına alıp sevmek olurdu. Telaşlı olduğu bazı günler sevmeyi unuttuğunda ise Kerem gidip onun bacaklarına sürtünür tuhaf sesler çıkarırdı. Geceleri de Elvan’la Kerem aynı yatakta yatarlardı.

Aradan bir yıla yakın bir zaman geçmişti. Kerem, sevgi dolu mutlu bir yaşam sürüyordu. Bir mart günüydü, Kerem dışarıda kuşkanadı yağan karı seyrederken karşıdaki evin çatısında bir kedi gördü. Gördüğü bu tekir kedi gerçekten çok güzeldi. Boynunda tasmaya benzer bir şey, onun ucunda da mavi bir boncuk vardı. O da pencereden kendisine bakan Kerem’i görmüştü. Bakışlarından ve tavırlarından onun dişi bir kedi olduğunu anlamıştı Kerem. Yıldırım aşkı mıydı bu neydi; Kerem çarpılmıştı sanki; gidip yakından görüp tanışmak için can atıyordu mavi boncuklu dişi kediyle. Dışarı çıkabileceği hiçbir yer yoktu. Kapılar ve pencereler sıkı sıkıya kapatılmıştı bu kış gününde. Kedi güzeli seçilebilecek kadar çekici bu komşu kedisinin yanına gidemezdi Kerem. Sağ ön patisini cama yapıştırıp bir süre salladı Kerem. Karşı çatıdaki kedi de gördüm dercesine patisini salladı. Aniden çekti cama yapıştırdığı sağ ön patisini Kerem. Aklına, eve gelen herkesin bakıp güldüğü fazla parmağı gelmişti.

Elvan evine gelen arkadaşlarına onun bu fazla parmaklı patisini gösterir, görenler katıla katıla gülerlerdi. Bu patisinde bir tuhaflık olduğunu anlamıştı Kerem. Onu sallarken komşunun dişi kedisi, fazla parmaklı patisini görüp kusurunu anlamasın diye ayağını hemen camdan çekmişti. Kerem yağan karı falan unutmuş komşunun çatısındaki kediye bakıyordu. O, hayran hayran bu kedi güzelini seyrederken karlı çatıya başka bir kedi geldi. Bir süre birbirlerini süzüp daha sonra da karşılıklı olarak öfkeli öfkeli hırlamaya başladılar. Sonunda karların üstünde bir kavga başladı. Kerem olduğu yerde duramıyordu; sanki sevgilisini elinden alıyorlarmış gibi geliyordu ona. Olduğu yerde çaresizce hoplayıp zıplayan Kerem, belki karşıdaki erkek kedi, sesini duyup korkar diye avazı çıktığınca bağırıyordu. Sonunda erkek kediyi kaçırmıştı, Kerem’in sevgilisi olarak düşündüğü ve renginden dolayı ona Tekir adını taktığı kedi. Bir süre sonra da kedi güzelinin o başarısından dolayı sevincinden yerinde duramayan Kerem’e patisini sallayıp Tekir de ayrıldı çatıdan; giderken de iki kez arkasına dönüp gözlerini süzerek bakmayı unutmamıştı. “Yarabbi, ne bakıştı onlar” diye geçirdi aklından Kerem.

Ne yapabilirim bu durumda diyordu Kerem. Bir süre, dışarı çıkabilmesi için açık bir yer bırakmasını, Elvan’a nasıl anlatabileceğini düşündü. Daha sonra da bunu asla beceremeyeceğini anlayıp üzüldü. Niye insanlar konuşup isteklerini herkese anlatabiliyorlar da biz bunu niye beceremiyoruz, büyük haksızlık bu, diye geçirdi aklından.

Aradan beş gün geçmişti. Karşıdaki çatıya kedi güzeli Tekir her gün gelip Kerem’e bakıp göz süzmüş, giderken de patisini sallayıp gözlerini süzerek bakmıştı ona. Dayanılacak gibi değildi bu aşk. Bir yaşında sağlıklı bir erkekti Kerem. Aşk yaşamanın kendisinin de hakkı olduğunu düşünüyordu. Üstelik her gün ve gece çatılarda buluşan kedilerin seslerini dinliyordu. Ne yapıp edip başarmalıydı bu buluşmayı. Aklına gelen çareyi bu akşam Elvan eve geldiğinde uygulayacaktı. Sahibim bile demeyip arkadaşım dediği Elvan anlayışlı bir kızdı; ona bu yaptığı kaçamak için hak vereceğine kesin gözüyle bakıyordu Kerem.

Asansörün sesini dinlemeye başladı. Akşam olmuştu, bu saatlerde gelirdi Elvan. Asansör çatı katında durunca hazırlığını yaptı. Elvan kapıyı açınca aradan fırlayıp hızla merdivenlerden inmeye başladı Kerem. Bu duruma çok şaşıran Elvan, hiç böyle şeyler yapmayan kedisinin arkasından bağırıyordu: “Kerem, nereye gidiyorsun, dursana? Ne oldu sana böyle? Gel buraya? Hiç böyle şey yapmazdın sen?” deyip arkasından o da koşmaya başladı merdivenlerden aşağıya doğru. Fakat Elvan’ın şaşırıp da bir an duraksamasından yararlanan Kerem arayı epeyce aşmıştı; üstelik de merdivenlerden hoplaya zıplaya beşer altışar ayak iniyordu. Sokak kapısına indiğinde şansı yardım ettiğine inanan Kerem, dışarıdan gelen birisinin kapıyı açmasıyla dışarıya fırladı. Elvan bir süre baktı kapının önlerine, kediye benzer bir şey görünmüyordu ortalıkta. Aslında, Kerem çalıların arasına büzülmüş, kendisini arayan Elvan’dan saklanıyordu. Yapacağı bir şeyin olmadığına, Kerem’in dönüp dolaşıp eve geri döneceğine inandığı için asansöre binip yukarıya çıktı. Çatı katına gelip asansörün kapısını açtığında karşı dairede oturan yaşlı kadına rastladı. Birbirlerinin hatırını sorduktan sonra Elvan Kerem’in yaptığını anlattı yaşlı komşusuna, belki bir akıl verir kendisine diye.

Kadın: “Doğaldır kızım, Mart ayında olur böyle şeyler, benim kedi de üç gündür eve girmiyor” dedi.

Elvan bunu düşünemediği için kendisine kızdı. Sevgilisi vurulalıdan beri Elvan öyle şeyler düşünmemişti hiç. Kerem’in sağlıklı bir kedi olduğu, Mart aylarında ara sıra dışarılara çıkması gerektiğini bilmeliydi. Üstelik de geçen Pazar onu karşıdaki çatıda duran bir kediyle bakıştığını görmüştü...

Kerem bir süre çalının dibinde saklanıp Elvan’ın içeriye girmesini bekledi. Elvan içeriye girince de karşıdaki apartmanın çatısına bir yolunu bulup çıktı. İlk ve büyük aşkı Tekir’in nerelerde olduğunu bilmediği için miyavlayıp ona sesini duyurmaktan başka çare yoktu. Başladı bağırmaya Kerem. Kendi sesini nasıl tanıyacaktı kedi güzeli Tekir? Gelen giden yoktu. Gidip dairelerin hepsinin kapısında bağırmayı düşündü ama sesini tanımayan sevgilisine kavuşmak için bunun da geçersiz bir yöntem olduğuna karar verdi.

Kar yağmaya başladığından kuru soğuk biraz yitirmişti etkisini. Bu kez de yoğun kar yağışı nedeniyle ıslanmaya başlamıştı Kerem. Gece gelmeyen Tekir, her günkü gibi yarın kesin olarak gelecekti ama ertesi sabaha kadar aç susuz ve bu soğukta nasıl bekleyecekti o. Sevda kolay değil, hele benimki gibi kara sevda diye düşündü Kerem. Bekleyecekti, ertesi gün saat kaçta gelirse gelsin kedi güzeli Tekir’ini bekleyecekti. Gidip ıslanmayacağı, kendisini biraz da soğuktan koruyan bir yer bulmaya karar verdi. Lapa lapa yağan karı ve bacadan tüten kalorifer dumanını arkasında bırakarak geldiği yoldan aşağıya indi. Kendi apartmanlarının kapısına gidip bir süre bekledi. İlk gelen kişiyle birlikte girdi apartmandan içeriye. Adam,”pist,”diye bağırdı, tekme atarak dışarıya çıkarmak istedi ama Kerem bunlara hazırlıklı olduğu için tekmeyi savuşturarak, aşağıya, kapıcı dairesine doğru fırlayıp kaçtı. Geceyi kapıcının temizlik yapmak için kullandığı, içinde büyükçe bir paçavra olan kovanın içerisinde geçirdi. Sabah uyandığında karnı acıkmıştı. Yapacak bir şeyi olmadığı için aç karnına sokağa fırlayıp yandaki apartmanın çatısına çıktı. Yağan kar dinmişti. Çatıda dün akşam yağıp biriken bir karış kar vardı.

Bacayı siper alarak beklemeye başladı Kerem, soğuk bir poyraz esiyordu. Aradan iki saat kadar geçtiği halde Tekir’i halen gelmemişti. Kerem bir an için büyük aşkı Tekir’in başka bir kediyi sevebileceğini düşünüp sarsıldı. Buna dayanamam diye geçirdi içinden. Onun için kendisini böylesine seven, ona güvenen, tek arkadaşı Elvan’dan kaçarak buralara gelmişti. Dün akşamdan beri çektikleri hep Tekir’in aşkı yüzündendi. Aç susuz, bu soğukta onu bekliyordu. Bir an Elvan’ın yüzüne nasıl bakacağını düşündü Kerem. Gerçekten iyi yapmamıştı; kim bilir şimdi nasıl merak ediyordur kendisini Elvan. Belki de kendisini düşündüğü için sabaha dek uyku uyuyamamıştır. Bunları düşünüp üzüldü Kerem. Onun kendisini ne kadar çok sevdiğini çok iyi biliyordu. Bir an, eve dönüp Elvan’ın bacaklarına sürtünüp kendisini bağışlamasını istemeyi düşündü. Vakit geçmişti, bu saatte çıkmış oluyordu evden Elvan. Onun için de bekleyip görecekti Tekir’i. Daha sonra sürtünüp gönlünü alırım Elvan’ın diye düşündü.

Bir saat kadar daha bekledi, soğuğa alışkın olamadığı için üşümeye başlamıştı. Bugüne dek dışarıya hiç çıkmamıştı. Dışarısı diye çıktığı yer ya balkon olurdu, ya da kapı açık olduğunda dairelerinin önü. Bundan sonra fırsat yaratıp ara sıra dışarıya çıkması gerektiğine karar verdi. Bunu bir biçimde anlatacaktı Elvan’a. Anlayışlı kızdı Elvan, kendisine hak vereceğine inanıyordu. Bunları düşünürken yüreğinin aniden küt küt diye attığını duydu. Karşıdan salına salına geliyordu kedi güzeli Tekir. Kerem de ona doğru yürüdü. Yan yana gelince de bir süre bakıştıktan sonra Kerem Tekir’in yanaklarını yaladı. Daha sonra da karşılıklı yalamalar başladı. Bu yalamalar ve sürtünmeler sürerken ikisi de çok mutluydular. Tekir’in yaşı biraz büyük olduğu için daha önce kendisinin birkaç sevgilisi olmuştu; Kerem ilk kez bir sevgili bulmuştu; onun için de heyecandan kalbi fena halde çarpıyordu. Üstelik de Tekir çok güzeldi. Bir an fazla parmaklı patisi aklına geldi. Acele karların içine gömdü onu. Bu hareketini Tekir görmüştü. Karları eşeleyip o Kerem’in ayağını ortaya çıkardı. Bunun bir kusur olmadığını genç sevgilisine anlatmak için eğilip bir güzel yaladı fazla parmaklı patisini.

Bu zamana dek Tekir’i burada beklemekle iyi yaptığını düşündü Kerem. Deminki evden kaçmakla yaşadığı pişmanlığı çoktan unutmuştu. “İyi ki vermişim buluşma kararını” deyip keyifleniyordu. Kar yeniden yoğun biçimde yağmaya başladığı için görüş uzaklığı pek fazla değildi. Tekir’e pati salladığı kendi apartmanlarındaki pencereye baktı. O zaman düş gördüğünü sanıyordu, şimdi ise gerçeğin tam ortasına düşmüştü. Bunları düşünüp yeniden yaladı Tekir’i. Tekir’in de mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Kedi güzeli sevgilisi öyle işveli bakıyordu ki, bu bakışlar Kerem’in aklını başından alıyordu sanki. Aşk sarhoşluğundan olacak, biraz da yoğun kar yağışındandır belki, birkaç metre kadar yanlarına sokulan üç erkek kediyi görememişti Kerem. Tekir’in onların geldiği yöne arkası dönük olduğu için üç erkek kediyi görmemesi doğaldı. Kerem’in bakış yönünden gelmişlerdi kediler. Geçenlerde, Kerem camdan Tekir’e bakarken gelip onu rahatsız eden erkek siyah kediydi gelenlerden biri. Onun yanında gelen iki kediyi tanımıyordu Kerem ama Tekir çok yakından tanıyordu o gelenleri de. Daha önceki yıllardaki sevgilileriydi gelen diğer iki kedi.

Üç kedi Kerem’e bakıp kabararak bağırmaya başladılar. Akortsuz orkestra gibi ses çıkartıyorlardı. Bir an düşündü Kerem; bırakıp kaçsa rezil olacaktı, üç kediye karşı koyması da olanaksızdı. Ne yapmalıydı bu durumda. Üstelik gelenlerin daha önceki yıllardan deneyimleri olmasına karşın Kerem daha hiç kavga etmemişti. Televizyonda bir kez gördüğünü saymazsa, gerçek kavga da görmediği için bu işin nasıl yapılacağını bilmiyordu. Yine de ne olursa olsun ölümü göze alarak dövüşmeye karar verdi. Sevgilisini kimseye kaptırmayı düşünmüyordu. Sevgilisini elinden alacak olan onun cesedinin üzerinden geçmeliydi. Ancak bir sevgili bulabilmişti, üstelik de kedi güzeliydi o...

Tekir de Kerem’le birlikte olmuş gelenlere hırlıyordu. O da, yıllardır kavgalarına tanık olduğu üç kediye karşı bu işin güç olduğunu bildiği halde aşağıdan alıp teslim olmuyor, yeni sevgilisine yanında olduğunu gösterip cesaret veriyordu. Sonunda, geçen gün Tekir’i rahatsız eden siyah kedi saldırıya geçti. Kerem’e attığı pençe gerçekten yamandı. Sersemleyen genç aşık, bilinçsizce pençelerini sağa sola sallamaya başladı. Onun yerini bulmayan çabalarına karşı beyaz erkek kediden de ikinci bir pençe yedi Kerem. Bu pençeler sürerken Tekir elinden geleni yapıyor, ancak erkek kedilerden birinin darbelerinden önleyebiliyordu Kerem’i. İki usta dövüşçü olan diğer erkek kediler Kerem’in canını çıkarıyorlardı. Her şeye karşın yılmıyordu Kerem, tüylerinin rengi, kendisinden akan kanlardan kırmızıya dönmüştü. Dövüş yirmi dakika kadar sürmüş, sonunda Kerem’in gücü tükenip boylu boyunca karların üstüne uzanmıştı...

Üç erkek kedi, sevgilisi Kerem’i bu hale getirdikten sonra Tekir’den bugünlük bir hayır gelmeyeceğini bildiklerinden, çalım satıp bıyık bükerek uzaklaşmışlardı oradan. Tekir, baygın halde yatan Kerem’in kanlarını yalayıp, karlar üzerinde boylu boyunca yatan sevgilisinin kendine gelmesi bekledi. Bir saat kadar sonra kendine gelen Kerem, sevgilisi Tekir’in yardımıyla çatıdan indi. Komşu apartmanın bahçesinde siper bir yer buldular. Tekir’in kendi evlerinden ağzıyla getirdiği büyükçe bir parça mancayı zorla yedi Kerem. Ağzı da yaralandığı için rahat yiyememişti Tekir’in getirdiği mancayı. Karnı doymuştu ama üşüyordu. Sevişip koklaşacak hali de kalmamıştı. Kanlar kurumuştu ama yara yerleri çok acıyordu. Bir an önce Elvan’ın gelmesini bekliyordu. Karanlık basana dek Tekir de bekledi onun yanında. Elvan’ın geleceği saatte apartmanlarının önüne kadar yürümesi için de yardım etti Kerem’e. Elvan gelirken onun yoluna çıktı Kerem, halsizlikten sallanıyordu kedicik. Elvan rengi değişen ve ayakta zor duran Kerem’i ilkin tanıyamamıştı. Sesini duyunca tanıyabildi ancak. Kedisini o halde görünce keskin bir çığlık atmaktan alıkoyamadı kendisini. Elvan az daha düşüp bayılacaktı. Kanları kuruyan ancak yaraları çok kötü görünen kedisini kucakladı. Apartmandan içeriye girmedi Elvan; doğru veterinerin yolunu tuttu. Geri dönüp giderken bir ara gözüne boynunda mavi boncuk olan Tekir ilişti. Bir Pazar günü karşı apartmanın çatısından kendi evinin penceresindeki Kerem’le bakışırken kedi oydu. Durumu anlar gibi olmuştu Elvan...

Kerem’in durumunun iyi olmadığını gören veteriner onu yaralarını temizleyip gerekeni yaptıktan sonra ölümcül bir durumunun olmadığını, yaralarının mikrop kapmaması için yazdığı ilaçları almasını ve kullanılma biçimini anlattı Elvan’a. Üniversite harçlığının bir bölümünü veterinere ve ilaçlara veren Elvan, kucağında sevgili kedisi Kerem ile eve döndü. Evin önüne geldiğinde boynunda mavi boncuk olan, Kerem’in, adını Tekir taktığı kediyi gördü. Hayvan onları görünce öyle bir miyavladı ki; sanki: “Nasıl tehlikeli bir durum var mı?” diyordu gelenlere. Elvan kucağındaki Kerem’i yavaşça onun önüne indirdi. Tekir Kerem’in yanaklarını yaladı. Canını acıtmamaya çalışarak süründü ona. Bu sırada on bir-on iki yaşlarında bir oğlan çocuğu biraz ilerideki apartmanlarının önünde birisine bir şeyler sorduğunu duydu Elvan:

“Boynunda mavi boncuk takılı tekir bir kedi gördünüz mü acaba buralarda? Eve dönmedi de.”diyordu çocuk.

“Görmedim,”diye yanıtladı onu bir erkek sesi.

Çocuğun, veterinerden dönmelerini bekleyen bu kediyi aradığını anlamıştı Elvan. Biraz ileriye doğru yürüyüp seslendi:

“Aradığın kedi burada, gelir misin?”

Çocuk koşarak geldi. Kediyi çok sevdiği belli oluyordu. Onu görünce:

“Nerelerde kaldın Aslı?” deyip kucakladı kedisini.

“Karşıdaki apartmanın kaç numaralı dairede oturuyorsunuz siz?” diye sordu Elvan, çocuğa. Kerem’in bu aşkı böyle bitsin istemiyordu anlaşılan.

“Yedi numarada,” deyip, kucağında kedisiyle hızla uzaklaştı oradan çocuk. Ama çocuk, oradan uzaklaşırken Aslı’nın Kerem’e bakıp niye miyavladığını, Kerem’in de miyavlayıp ona niye karşılık verdiğini bilmiyordu...
Hikayeler
                                                                                                                 
Sürgün -II-
Elvan mart ayında diğer erkek kedilerin fena halde dövüp hırpaladığı sevgili kedisi Kerem’i, veterinere götürüp yaralarını sardırdıktan sonra evine getirdi. Kerem durup durup acıyla inliyordu. Buna karşın kedinin gözlerinde pırıltı ve mutluluk vardı. Bunun nedenini anlıyordu Elvan, kedisi sevda yüzünden böylesine dayak yiyip hırpalanmıştı. Ne olursa olsun bu hale gelmesinin nedeni aşktı, üstelik de ilk aşk; onun için de acıdan kıvranan Kerem’in gözlerinde pırıltı vardı. Boynunda mavi boncuk olan, komşularının ”Aslı” adlı tekir kedisini görmeseydi anlayamazdı belki bunu. Gerçekten güzel kediydi Aslı; böyle bir kediye âşık olunca Kerem, başına birçok bela geleceğini de bilmiş olması gerekirdi. Aslı kadar güzel olanın arkasından giden çok olur, belki genç olduğu için anlayamamıştı bunu Kerem...

Aradan bir hafta kadar geçmiş, Kerem’in yaraları iyileşmeye başlamıştı. Elvan, onun aklının dışarıda, sevgilisi Aslı’da olduğunu çok iyi biliyordu. Kerem diğer erkek kedilerden dayak yiyip bu hale geldiğinden beri, Aslı düzenli olarak her sabah karşı apartmanın damına çıkarak karşıdan ona bakıp durmuştu. Elvan bu durumu bildiği için, kedisine pencerenin önünde yumuşak bir yer yapıp onun da Aslı’yı görüp karşıdan karşıya bakışmalarını sağlamıştı. Kerem’in iyileşmesini bekliyordu Elvan ama bir yandan da ikinci kez böyle dayak yemesine de gönlü razı olmuyor, ikisinin nasıl buluşması gerektiğini düşünüyordu.

Birkaç gün daha geçip Kerem’in yaraları iyice iyileştiğinde onu kucağına alıp karşılarındaki apartmana gitti. Aslı’nın sahiplerinin yedi numarada oturduğunu daha önce öğrendiğinden kapıyı çaldı. Kapı açıldığında karşısına nasıl birinin çıkacağını bilmediği için biraz heyecanlanmıştı. Kedi seven birileri olduğuna göre iyi insanlardır diye düşünüp kendisini rahatlatmaya çalıştı. Kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı. Güler yüzlü biriydi.

“Buyurun ne istemiştiniz?” diye sordu Elvan’a.

“Ben efendim” dedikten sonra bir süre düşündü Elvan. Gelirken kadınla ne konuşacağını, söze nasıl başlayacağını hiç düşünmemişti. Kendi kendisine kızıp bir an önce söze başlamanın gerekliliğini düşünerek kafasını toparlamaya çalıştı. Zaman kazanmak için, “Bir şey konuşmak istiyorum sizinle, beni içeriye alabilir misiniz acaba?” diye sordu. Daha baştan yeni tanıştığı bu kadına: “Benim kedim sizin kedinize âşık,” deyip onun karşısında gülünç duruma düşmeyi istememişti.

“Buyurun, girin içeriye” dedi, orta yaşlı, güler yüzlü kadın Elvan’a. “Sanıyorum karşıda oturuyorsunuz, sizi birkaç kez gördüm o apartmana girerken” diye sorunca Elvan sevinmişti. Kadının kendisini tanıması olayı anlatmasını biraz daha kolaylaştıracaktı.

“Evet efendim, karşıdaki apartmanın çatı katında oturuyorum” diye yanıtladı kadını Elvan.

Kadının karşısına oturan Elvan bir süre hal hatır sorulup, biraz da havadan sudan konuştuktan sonra asıl konuya girmenin zamanının geldiğinin ayrımındaydı. Tam bu sırada Kerem’in ilk aşkı, mavi boncuklu kedi odalardan birinden çıkıp salona gelmişti. Bunu gören Kerem Elvan’ın kucağından atlayıp koşarak onun yanına gitti. İki kedi sürtünüp daha sonra da karşılıklı olarak birbirlerinin tüylerini yalamaya başladılar. Ev sahibi kadının bu durum dikkatini çekmişti.

“Dişi mi erkek mi kediniz?” diye sordu Elvan’a kadın.

“Erkek,” dedi Elvan.
“Sanki tanışıyorlarmış gibi nasıl koştular birbirlerine gördünüz mü?” diyerek gülümsedi kadın.

“Tanışıyorlar zaten.”

“Aaa, bilmiyordum!”

“Ben de onun için gelmiştim size” dedi Elvan. İşi biraz kolaylaşmış gibiydi, şimdi daha rahat anlatabilirdi buraya geliş nedenini. “O ikisi birbirlerine aşık, sizin kedinin yüzünden on gündür yatıyordu benimki. Diğer kediler fena halde dövmüşlerdi Kerem’i Aslı’ya sevdalı diye.”

“Adını da biliyorsunuz.”

“İnsan gelininin adını bilmez mi hanımefendi?”

“Siz kız istemeye mi geldiniz yoksa buraya?”

“Evet, onun için geldim sayılır. Daha doğrusu buluştuklarında yine diğer kediler yaralamasın Kerem’i diye yanlarında bulunmak istedim. Kavga etmesini de bilmez benim kedim.”

“İyi yapmışsın. Onlara aralarında özlem giderirken ben size bir kahve yapayım?”

“Zahmet etmeyin lütfen. ”

“Zahmet mi olurmuş, dünürler arasında bir kahvenin lafı mı olur” diyen kadın mutfağa gitti. Elvan birbirlerini baygın gözlerle süzüp, sürtünen iki kediye bakıp bir yıl önce vurularak ölen, üniversite son sınıfındaki sevgilisi Kerem’i anımsadı. Yüreğinin büyük bir acıyla burkulduğunu duyumsadı o an. Ne yiğit gençti nişanlısı; sağ olsaydı bu yıl evlenmeyi düşünüyorlardı. Kadının içeri elinde iki fincan kahveyle girip:

“Kahven hazır dünürcüm” demesiyle, eski anılarına dalan acılı Elvan, korkup irkildi.

“Sağ olun, size zahmet oldu” dedi kendisini toparlayarak.

“Afiyet olsun, zahmet olur muymuş hiç.”

Karşıki apartmana bu gidiş gelişler birkaç kez yinelendi. Kadın da geliyordu Elvan’ın evine, iki dost yapmıştı onları kedilerinin aşkı. Kerem’le Aslı’nın mutluluğuna diyecek yoktu. Üstelik bu aşklarını bir gebelikle de taçlandırmışlardı. Kerem’le Aslı yavru bekliyorlardı yakında. Kediler de insanlar gibidir genellikle, bazılarının doğuştan başlar mutlu yaşamları. Bir zengin evinde doğmuşsan ve üstelik o evde bol sevgi varsa çocukluğunda ve hatta daha ilerideki yıllarında mutlu bir yaşam sürersin; yok eğer bir yoksul evde doğmuşsan çilen başlamış demektir. Hele bu yoksulluk senin cami avlusuna bırakılmana ya da çocuk esirgeme kurumuna verilmene neden olmuşsa, aynen kedi yavrularının sokağa atılması gibi çekilmez çilelere düştün demektir. Kerem’i bir aylıkken, Elvan’ın sokakta bulup onu evine getirmesi, çile çekmesini önlemişti.

Rahat bir çocukluk geçiren Kerem şimdi ne yapacaktı? Durum değişiyor muydu ne? Kerem bir yandan Aslı’yla büyük bir aşk yaşarken, arkadaşlığın en güzelini kendisine yaşatan Elvan’ı polisler götürmüşlerdi, evin altını üstüne getirip. Elvan giderken, kedisine bolca yiyecek ve içecek bırakıp balkonun kapısını da aralık bırakmıştı onun dışarıya çıkıp hava alabilmesi için. Ne zaman döneceğim belli olmaz diye düşünmüştü kız. Kerem’i kucağına alarak öpüp okşamış, kediyle örgütsel bir ilişkisi olamayacağını bildikleri için, Elvan’ın onu sevmesine karışmamıştı polisler. Giderken de Elvan:

“Yaramazlık yapmadan beni bekle, yakında gelirim bir tanem” demişti ona.

Gideli bir hafta olmuş Elvan gelmemişti. Yemeği ve suyu biten Kerem aç kalmıştı. Balkonun yanındaki atık su borusundan çatıya çıkıp karşıya, Aslı’nın yanına gitmenin bir yolunu aradı ama bulamadı. Tehlikeyi göze alarak borudan tırmanmıştı, bin bir güçlükle çatıya terasa ulaştı. Ancak dışarıya çıkabilecek bir delik bulamadığı için akşama dek bekledi terasta, ne gelen vardı ne giden. Çaresiz, yine evlerine dönüp Elvan’ı beklemeye başladı. Karşıdan, karnı yerlerde sevgilisi Aslı, onun çaresiz durumunu anlamış, yardım edememenin sıkıntısı içerisinde kıvranıyordu. Aradan bir hafta daha geçtiğinde açlıktan ve susuzluktan bacakları titremeye, tüyleri parlaklığını yitirip dökülmeye başlamıştı Kerem’in. Elvan’ın geldiği de yoktu onu bu durumdan kurtaracak.

Elvan mahkemeye gönderilmek üzere tutuklanmıştı. Gözaltına alındığı günün ertesi kirayı yatıracaktı. Tutuklanmış olması bu işi engellemişti. Ev sahibi televizyon haberlerinde çok sevdiği, genç bir hanımefendi dediği kiracısının tutuklanma haberini duyup, kendisini de ekranda görünce çok şaşırmıştı. Bir türlü inanamıyordu. Emniyet müdürlüğüne dek gitti yaşlı bir avukat olan ev sahibi. Görüştürmediler onu Elvan’la. Ev sahibi kızın durumunu incelediğinde kiracısının epeyce bir süre çıkabilme olasılığının olmadığını anladı. Kızın kişisel eşyasını toparlayıp kendi evine götürmeyi, mobilyalı olarak Elvan’a kiraladığı çatı katına başka bir kiracı bulmayı düşündü. Bu düşüncesini de çok çabuk gerçekleştirip daireyi kiraya verdi. Kızın kişisel şeylerini toparlayıp ayırması için yeni kiracısının eşine ricada bulundu.

Yeni kiracılara evi gösterdiğinde ev sahibi, içeride ölmek üzere olan bir kedinin olduğunu görüp şaşırdılar. Önüne yiyecek koyduklarında Kerem onları çiğneyecek gücü kendisinde zor buluyordu. Zor da olsa karnını daha çok sütle doyurup kana kana su içmişti. Yeni kiracıların eve yerleşmelerini izledi. Adam kendisini pek horlamıyordu ama evde daha çok birlikte oldukları yeni kiracı kadın, bu zayıf kediye, her yanından geçişte terliğinin ucuyla dürtüp: “Uyuz kedi, ayakaltında dolaşma” diyordu. Kerem daha uyuz olmamıştı ama zayıflıktan kemikleri çıkmış, tüyleri seyrelmiş, parlaklığı gitmiş ve iyice çirkinleşmişti. Biraz kendini toparlayıp Aslı’nın yanına gitmek istiyordu. Çok özlemişti onu. Birkaç gündür de çatıya çıkmamıştı Aslı. Bu durumda, büyük bir olasılıkla babası olduğu yavrularını doğurmuş olduğunu düşünüyordu Aslı’nın.

Aradan on beş gün kadar geçmişti. Eski gücüne kavuşamasa da Aslı’ya görünebilecek duruma gelmişti. Yavrularını öylesine merak ediyordu ki, daha fazla beklemeyeceğini anladı. Bu arada bol bol yalanıp tüylerini biraz olsun parlatmıştı. Ev sahibi kadın kapıyı açtığında dışarı fırlayıp merdivenlerden hızla inmeye başladı. Kadın onun arkasından bakıp, öfkeli bir sesle Kerem’e seslendi.
“İnşallah bir daha gelmezsin buralara, anladın mı uyuz kedi?” diyerek içindeki nefreti ortaya koydu.

Kerem’in de istediği oydu ama bu haliyle kim beğenip alırdı ki onu evine. Eski hali olsa belki birileri, en azından Aslı’nın kedi seven sahibi eski tanıdığı olduğu için alabilirdi onu. Aslı’nın bulunduğu apartmana girip daire kapılarının önüne gitti. Sesine acıklı bir ton vererek miyavlamaya başladı. Bir süre miyavladı, ne gelen vardı ne giden. Bir süredir görünmeyen Aslı’nın, ev sahiplerinin başka bir yere taşındığına karar verip tam döneceği zaman içeriden bir miyavlama duydu. Bu Aslı’nın sesiydi. Sanki ona bir şeyler anlatmak istiyordu. Karşılıklı miyavlamaların bir işe yaramadığını, kapıyı açacak olan ev sahiplerinin bir yerlere gittiğini anlayan Kerem, daha sonra gelmek üzere oradan ayrıldı. Kapı önlerinde biraz zaman geçirip Aslı’nın sahibi kadını bekledi. Hava karardığı halde gelmemişti kadın. Karnı acıkan ve susayan Kerem evin yolunu tutmaktan başka çare olmadığını anlayıp kendi apartmanlarının kapısında beklemeye başladı. Çok geçmeden, yeni ev sahibi olan adamın karşıdan gelmekte olduğunu gördü. Adam apartmanın önüne geldiğinde Kerem’i görüp tanımıştı. Birlikte içeriye girdiler. Dairelerinin önüne gelip zili çaldığında eşi açtı kapıyı. Kocasının yanında Kerem’i görünce yüzünü buruşturan kadın:

“Niye getirdin bu uyuz kediyi eve?” diye sordu.

“Zaten bizim evde yaşamıyor mu bu kedi?” Diyerek soruyla karşılık verdi adam.

“Bu sabah çıkıp gitti diye sevinmiştim ben.”

“Biraz daha idare et bakalım, belki sahibi gelip alır. Ev sahibi bu kediyi sahibinin çok sevdiğini söyledi.”

“Hapisten çıkacakta, gelip kedisini alacak. Ölme eşeğim ölme” dedi kadın.

Ertesi gün yine çıkıp gitti Kerem Aslı’nın kapısının önüne. Yine bağırdı içeriye acıklı acıklı. İçeriden miyavlayan Aslı’nın umut kırıcı sesini duyup üzülen Kerem, bu yetmiyormuş gibi içine bir başka acı düşüren ikinci miyavlama duydu. Bu Aslı’nın, yani kendisinin babası olduğu yavrulardan biriydi. İkinci kez miyavladığında yavru kedi, içeriden gelen seslerin birden çoğaldığını duydu. Kediler orkestrası gibi olmuştu Kerem’in önünde durduğu kapının arkası. Bu sesleri duyup bir yandan mutlu olan Kerem diğer yandan da yavrularını ve sevgili Aslı’yı göremediği için çok üzülüyordu. Yavruların sesi kesilene dek bekledi orada. Daha sonra da Aslı’yla birkaç acılı miyavlamadan sonra ayrıldı kapının önünden. Giderken bir yandan da düşünüyordu Kerem; ev sahibi giderken kedilerine yiyecek su bırakmış mıdır diye. Bu düşüncesi yersizdi onun, Aslı’nın sahibi kedilerini çok seven, iyi yürekli bir kadındı. Yavrular şimdilik annelerini emip doyururken karınlarını, Aslı’nın da yiyeceklerini ve içeceklerini bırakmıştı. Annesi hasta olduğu için iki günlüğüne onun yanına gitmişti dün sabah erkenden, yarın sabah da gelecekti kadın.

Kendi apartmanlarına giren Kerem, gözü arkada kalarak dairelerinin önüne gelmişti. Birkaç miyavlamadan sonra içeriden gelen bir ses duydu.

“Seninki geldi” dedi evin hanımı. Biraz sonra da kapıyı açtı. ”Gel bakalım uyuz” deyip içeriye aldı Kerem’i. İçeriye giren Kerem mama kabının olduğu yere doğru gitti. Kadın arkasından homurdandı.

“İşi gücü boğaz bu uyuz kedinin” dedikten sonra kocasına dönüp sordu: “Haydi, çabuk hazırlan da götürelim şunu?”

“Biraz daha beklesek?” dedi kocası.

“Bir gün daha beklemeye dayanamam, bugün izinlisin, götürüp bırakalım şunu bir daha buraya gelemeyeceği bir yere.”

“Gelecek haftaya götürelim öyleyse?” diyen adamın bu işi yapmak istemediği anlaşılıyordu. Kadın çok kararlıydı Kerem’den kurtulmaya.

“Hayır Burak, hemen hazırlan, biraz sonra götürüyoruz bu kediyi.”

“Uzak mahallelerden birine götürüp bıraksak?”

“Kedi, evinin nerede olduğunu çok kolay bulur aynı şehirde olduktan sonra derdi rahmetli babaannem. Onun için çok uzaklara bırakmalıyız bu uyuzu.”

Kadının bu kararlılığını gören Kerem, bir an kaçıp saklanmak istedi ama bunun için kapının açılması gerekiyordu. Balkon kapısına baktı, zor da olsa oradan çatıya tırmanabilirdi, o da kapalıydı. Bir kendisine yaşam veren Elvan’ı gözlerinin önüne getirdi, bir de yaşamı kendisine zehir etmek için uğraşan yeni ev sahibi kadına baktı. İkisi de insan bunların, niye birbirlerine hiç benzemiyorlar diye düşündü. Üzerinde eşofmanları olan adamın soyunup elbiselerini giymeye başladığını gören Kerem’in umutları yavaş yavaş sönüyordu. Adam son bir kez daha bu istemediği işi yapmamak için karısına dönüp:

“Birkaç gün daha dursa şu kedi?” diye sordu.

“Bu küçücük dairede ayağıma takılan bu kediyi istemiyorum, anladın mı Burak?” diye bağırdı kocasına kadın.

“Büyük dairede otursak yine atarsın sen bu kediyi, nedir senin bu nefretin kedilerden?”

“Ben kedilerden nefret etmiyorum, bundan nefret ediyorum, anladın mı beni?”

“ Niye nefret ediyorsun bu zavallıdan, söyler misin?”

“Zavallıymış, şu sağ ön ayağının patisine bakar mısın sen” deyip Kerem’in fazla parmağını gösterdi kadın kocasına. Adam hiç önemsemedi karısının söylediklerini.

“Biliyorum, ben de gördüm onu. Ne varmış patisi öyleyse hayvanın?”

“Bunun uğursuzluk olduğunu bilmiyorsun demek?”

“Nereden çıkarıyorsun bunun uğursuzluk olduğunu? Ben inanmam öyle şeylere.”

“Bizim de öyle bir kedimiz vardı, o doğduktan sonra ailenin başına gelmeyen kalmadı. ”

“Ne ilgisi var be karıcım? Nasıl inanıyorsun böyle saçma sapan şeylere?”

“Saçma falan değil Burak, doğruyu söylüyorum ben. Fazla konuşma da söyle bakalım, ben mi yoksa bu uyuz kedi mi?” deyip son sözünü söylemişti kadın. Kocası onun bu tavrına çok şaşırmamıştı, karısını iyi tanıyordu. Karı kocanın kendisi için tartıştıklarını tavırlarından anlıyordu Kerem. Sonucun nereye bağlanacağını merakla bekliyordu.

“İlle de dediğini yaparsın değil mi karıcığım? Hazırlan da gidelim bakalım, götürelim zavallı kediciği uzak bir yere” diyen adam gerçekten üzgündü. Ama yine de fazla bir şey yapamıyordu, karısını bir kediye değişmenin bedelinin pahalı olacağını biliyordu. Kadın kocasına arkasını dönmüş, utku kazanmışçasına gülüyordu. Kocası bunu görmedi ama, Kerem durumun ayırtındaydı. Daha önce hazırlığını yapmış olan kadın, Kerem’i içine koyduğu çuvalın ağzını sıkıca bağladı…
Hikayeler
                                                                                                                 
Sürgün Günleri -III-
Kerem’i koyduğu çuvalın ağzını sıkıca bağlayan kadın, isteksizliğine karşın, kocasını zorla, kediyi komşu kente kadar götürüp bırakmaya razı etmişti. Çuval içerisindeki Kerem’i bagaja koyarak yola çıktılar. Adam, eski sahibi gelip alıncaya dek bir kediye bakamadıkları için üzgün, kadın ise “uyuz kedi” dediği Kerem’den kurtulacağı için çok sevinçliydi.

Kerem kapatıldığı çuvalın ağzı da bağlandıktan sonra sıkıcı bir karanlık içerisine düşmüştü. Bu yapay karanlık onu çok ürkütmüştü. Niye bir çuvalın içerisine kapatılmıştı; üstelik de sıkıca bağlanmıştı çuvalın ağzı? Bunun nedenini düşünmeye başladı Kerem. Kadının kendisine gösterdiği acımasız tavırdan buralardan sürgüne gönderileceğini düşündü ve yüreği burkuldu. Seyrek dokunan çuvala sızan ışık biraz olsun avutuyordu onu. Gözleri de yavaş yavaş alıştığı için görme yeteneği de artmıştı. Son bir kez görmeye çalıştı çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği evi ve Elvan’ı düşündü. Buralardan ayrıldığında mavi boncuklu sevgilisi Aslı’yı ve yüzlerini görmediği yavruların babasız büyüyeceklerini düşündü. O bunları düşünürken ev sahibi adam Kerem’in içerisinde bulunduğu çuvalı alıp eşiyle birlikte arabalarının olduğu yere getirdi. Bagaja kapatıldığında ise dünyası iyice kararmıştı. Arabanın homurtulu sesini duydu Kerem, daha sonra da kendisi için bir bilinmeze doğru yola çıktı otomobil.

Üç saat kadar sürmüştü araba yolculuğu. Arabayı durdurup Kerem’i çuvaldan silkeleyerek çıkardığında ev sahibi kadın, sanki özel olarak onun düşmesi için uğraşmıştı. Kendini toparlamaya vakit bulamadan sırt üstü yere düşen Kerem, atik bir devinimle kendisini toparlayıp dört ayağı üzerinde durdu. Kadın’ın yüzüne, onun gözlerinde ne göreceğini bildiği için hiç bakmadı. Adamın yüzüne baktığında onun gerçekten üzgün olduğunu gördü. O adama bakarken kadının:

“Ne bakınıyorsun uyuz kedi” deyip karnına yapıştırdığı tekmeye karşı önlem alamamıştı. Top gibi havaya zıplayan Kerem, yeniden dört ayağı üzerine düştü.

“Hem sokaklara atıp, açlığa terk ettin zavallıyı, bir de tekme atıyorsun hanım. Neden böyle acımasızsın sen?”

“Senin gibi merhametli ve sulu göz olmamı mı istiyorsun? Hayatta acımasız olmazsan herkes tepene biner. Kaç yıldır bir müdür olamadın bankada. Herkes hakkını yiyor, sen sesini çıkaramıyorsun bile. Mıymıntılığın yüzünden hakkını yediriyorsun herkese. Bu kediye bari hakkını yedirme. O küçücük evi bununla bölüşüp ikide bir kedi maması, manca alıp boşu boşuna para ödemenin gereği var mı?”

“Yaşam senin anladığı kadar basit değil” deyip arabasına doğru yürüdü adam. Arabaya binerken de kendilerinden uzaklaşmaya başlayan Kerem’e bakıp: ”Haydi hoşça kal kedicik” dedi.

“Gidişi olsun da gelişi olmasın inşallah” diye nefret dolu bir ses tonuyla konuşan kadın da kocasının arkasından arabaya doğru yürüdü.

Kerem’i kentin içerisine bile bırakmamışlardı, herhalde kadının işidir bu diye düşündü kedicik. Varoşlara doğru yürürken karnı da acıkmıştı. Bir kilometre kadar yürüdü, evlerin yanına gelmişti. Çevresine bakındı, kedi göremedi; birkaç köpek vardı başıboş dolaşan. Birinin önünde küçük bir çöp yığını vardı, orada yemek için bir şeyler arıyordu. Yavaşça sokuldu çöplerin olduğu yere doğru Kerem. Köpek onun geldiğini görmüş, başını kaldırıp Kerem’e bakmıştı. Kerem korkmuş ve oraya daha fazla yaklaşmadan durmuştu. Yemek için orada bir şey bulup bulamayacağını bilmiyordu, bir kavgayı göze almanın gereği var mıydı şimdi? Köpek zayıftı ama iri bir şeydi. Kedilerle bile kavga etmesini bilmeyen Kerem, bu koca köpekle nasıl kavga edebilirdi. Korkmuştu doğrusu. Orada durup köpeğin gitmesini bekledi, o ayrıldıktan sonra çöplerin yanına kendisi gidecekti.

Bu siyah tüylü köpek bir süre baktı Kerem’e. Kerem korkmuştu köpeğin kendisine saldıracağını düşünüp. Dikkatli bakınca koca köpeğin bakışlarında her hangi bir düşmanlık izi göremediği gibi, dostça pırıltılar fark etti. Köpek üç dört metre kadar geri çekilip çöplerin yanından ayrılmıştı. Bakışlarında, ”gel sen de bir karıştır çöpleri, belki bir şeyler bulabilirsin” der gibi bir anlam vardı. Yavaş adımlarla oraya doğru yaklaştı Kerem. Çöpleri karıştırdı ama işine yarar bir şeye rastlayamamıştı. O da birkaç metre uzaklaştı çöplükten. Köpek onun korkutmamaya çalışarak yanına yaklaştı, bir şeyler anlatmak istiyordu. Biri köpek, diğeri kedi olduğu için aynı dili konuşamıyorlardı. Köpek kente doğru birkaç adım atıp durdu ve Kerem’e baktı. Kerem onun ne anlatmak istediğini düşünürken köpek yine birkaç adım atıp geriye dönüp ona baktı. Kerem, kendisinin peşine takılmasını anlatmak istediğini anladı köpeğin. Koşarak yanına gitti. İkisi birlikte varoşları geçip kentin içlerine doğru ilerlediler. Çevreyi denetleyen köpek kimsenin olmadığını görüp burnuyla bir çöp bidonunun kapağını açtı. Bidonunun kapağını kaldırmayı başarmıştı ama bu arada burnu da kesilmişti. Kanayan burnuna baktı Kerem, yalamak istedi kanı ama, buna razı olmadı Köpek ve onun bir an önce çöp bidonuna atlamasını istedi; hatta, burnuyla da bidonun içerisine girmesine yardımcı oldu. Bu sırada Kerem’in tüyleri kanlanmıştı. Çöplerin içerisindeki naylonları pençesiyle yırtan Kerem birinin içerisinden çıkan fazla sıyrılmamış tavuk kemiklerindeki etleri yemeye başladı. Öyle dalmıştı ki aç karnını doyurmaya, kendisine bu iyiliği yapan köpeği unutmuştu. Utandı kendisinden. Dişlerinin arasına aldığı, içerisinde tavuk kemikleri olan poşetle fırlayıp çöp bidonundan dışarıya çıktı. Köpekle birlikte yemeye başladılar tavuk kemiklerini. Bugüne dek hiç yememişti böyle uğraştırıcı bir yiyecek Kerem; yine de çok hoşuna gitmişti. Karnını doyururken bir yandan da yeni arkadaşına bakıyordu göz ucuyla.

Bu keyifleri çok uzun sürmedi. Yoldan geçmekte olan iki yetişkin çocuk bir yerlerden buldukları taşları, mermi gibi köpeğin üstene yağdırmaya başladılar. Bu saldırıdan Kerem de hakkına düşeni fazlasıyla almıştı. Birlikte koşarak oradan uzaklaştılar. Biraz gittikten sonra arkalarına baktıklarında gelen giden yoktu. Bir kıyıya çekilip dinlendiler. Köpek gündüz vakti bidonları açıp içinde yiyecek aramanın tehlikesini biliyordu. Kedinin kötü durumda olduğunu anlayıp böyle bir şeye girişmişti bugün. Bu işi gece, kimselerin ortalıkta olmadığı zamanlarda yapardı o. Birlikte karanlığın çökmesini beklediler. Gece olunca da yine kentin ve sokakların yabancısı olan arkadaşını peşine takıp çöp bidonu bulmak için yola koyuldular. Buldular da, hele bidonlardan birinde bütün bir ekmek vardı; biraz bayattı ama onlar için hiç önemli değildi, sorunları aç karınlarını doyurmaktı. Bir güzel yediler ekmeğin yarısını. Diğer yarısını da ağzında, yatacakları kuytu yere kadar getirdi köpek. Daha önceden bulmuştu burayı, kente bırakıldığından beri orada yatıyordu köpek. Yıkık bir evin çökmemiş kısmında, içine birkaç da paçavrayla yayıp kendisine bir yer yapmıştı Kerem’in yeni arkadaşı. Bu yeni arkadaşına, kendisine gösterdiği yakınlıktan dolayı “Dost” adını taktı Kerem. . .

Dost’la Kerem yazı birlikte geçirdiler. Yıkık evdeki yuvaları, yerine apartman yapılmak üzere yıkılıncaya dek yer sıkıntısı çekmemişlerdi. Dozerlerin yuvalarını yıkışını birlikte izleyip yeni bir yer aramaya başladılar. Bunun için kent dışına çıkmaları gerekti. Bu da, her gece çöp bidonlarında yiyecek aramak için uzun bir yol yürümelerine neden oluyordu. Varoşlarda da birkaç bidon vardı ama içlerinde yemek ve ekmek artığı bulmak çok zor oluyordu. Kemikler sonuna dek sıyrılıyordu, yemekler yiyenlere az geldiği için artırılması söz konusu değildi; onun için de şehir merkezine gitmek zorundaydılar Dost’la Kerem. Karınlarını doyurmak için bunu yapmaları gerekiyordu. Dost’un üstü başı Kerem’le tanıştıklarında da pisti ama şimdi iyice değişmekteydi rengi. Kerem ise ne kadar yalanırsa yalansın üstündeki kirleri çıkaramıyordu. Eskiden tertemiz olan tüyleri, kirden, bakımsızlıktan ve zayıflamaya başladığından parlaklığını iyice yitirmişti.

Her türlü zorluğa katlanarak süren yaşamları birden kararmaya başlamıştı. Kentin belediyesi bidonların yerine tüm kente konteynır denilen çöp kapları koymaya başlamıştı. Bunları burnuyla açamıyordu Dost. Bu durumda açlık günleri başlamış oluyordu iki arkadaş için. Birlikte hırsızlığa çıkmaya karar verdiler. Açlık hiçbir şeye benzemiyordu; ancak üç gün dayanabilmişlerdi midelerinin kazınmasına. Bir gün fırından dönen küçük çocuğun elinden ekmeği çalıp kaçmıştı Dost. Daha sonraki gün büyükçe bir balık çalmıştı tezgâhtan Kerem. Bu durumlara alışkın olmayan Kerem’e çok zor geliyordu başkalarına ait şeyleri çalmak. Yerken boğazına diziliyordu çaldıkları. Zaten ikinci gün gittiğinde başka bir balıkçı tezgâhının yanına, kocaman bir taş yemişti, az daha kırılıyordu bel kemiği. Barınağa kadar zor yürüyebilmişti o halde. Şimdi de kendilerine yuva edindikleri kötü bir ağaç kovuğunda yatıyorlardı. Dost yalnız başına ikisinin karnını da doyurmak için uğraşıyordu. Daha çok fırınların yakınında pusuya yatarak küçük çocukların ve yaşlı insanların elindeki ekmeği çalıp kaçıyor; bununla kendi karnını doyurup bir bölümünü de arkadaşı Kerem’e getiriyordu.

Sürgün günleri iki arkadaş için de çok zorlu geçiyordu. Önleri de kıştı. Kışın barınmak ve karınlarını doyurabilmek yaza göre daha zor koşullarda olacaktı, bunu iyi biliyordu Kerem’in arkadaşı Dost. Yine de morali bozulmasın diye bu durumu Kerem’e hiç belli etmiyordu. Böyle kötü günlerde yaşamını sürdürenler ne denli az şeyi kendilerine dert edinirlerse o kadar az üzülürler; böyle şeyleri çetin yaşam koşullarında öğrenmişti Dost. Kerem, beline yediği taş yüzünden kötü barınaklarda geçirdiği bir hafta da canı çok sıkılarak vakit geçirmişti. Yaşam savaşını verirken ayrılmak zorunda kaldığı sevgili Aslı’yı pek fazla getirememişti aklına. Hareketsiz kaldığı o bir hafta boyunca durmadan Aslı’yı düşündü. Onu hiç aramadığı için, kendisi için kim bilir neler demiştir mavi boncuklu güzel Aslı’sı. Onun ne kadar hayırsız olduğunu, çocuklarını bile bir kez olsun görmeye gelmediğini söylemiştir yetim büyüyen yavrularına. Haksız da değil diye düşündü Kerem. Hatta kendisinden öç almak için başka bir sevgili bulmasına bile hak verdi Aslı’nın. Hak verdi vermesine ama yüreğinin acıyla burkulduğunu duyumsadı o an. Onu sürgüne gönderen ev sahibi kadına bir kez daha kızdı. Kızmaktan başka bir şey yapamıyordu. İnsanlar olsa ne biçim söverlerdi öyle bir kadına; Kerem kedi olduğu için ne küfür bilirdi ne de kötü bir söz. Sokağa kedi köpek atmasını da bilmezdi hayvanlar. Ev sahibi kadının konuklarına söylediklerini duyduğunda çok korkmuştu insanlardan Kerem. Kadın, Elif’in tutukluluğu konuşulduğunda neler demişti öyle? Avukat’ın söylediğine göre öyle kötü şeyler yapmışlardı ki Elvan’a, inanılacak gibi değildi. İnsanın insana, hele bir kadına yapılmayacak eziyetlerdi bunlar. Ne biçim işler bunlar böyle, hem aklı, hem beceriyi bunlara verdikten sonra niye böyle korkunç işler yapmalarına izin veriyor Tanrı diye düşündü.

Belinin ağrısı geçtiğinde bir haftalık sıkıntısını gidermek için dışarılara çıkmıştı Kerem. Sonbahar gelmiş, yapraklar yavaş yavaş sararıyordu. Güneş bulutların arkasından çıkıp, kendisini biraz gösterdikten sonra yeniden kayboluyordu. Biraz yürüyüp sokakları dolaşan Kerem yorulduğunu anlayıp geri dönmeye karar verdi. Bel kemiği ağrımış, o kadarcık yol bile onu halsiz düşürmüştü. Derme çatma barınaklarına geldiğinde çok yorulmuştu. Uzanıp biraz dinlenmek üzereyken dışarıda tuhaf bir soluma sesi duydu. Meraklanmıştı; duyduğu bu sesin ne olduğunu görmek için başını barınak kapısından dışarıya uzattığında gözlerine inanamadı. Arkadaşı Dost, sürünerek kulübeye yaklaşmaya çalışıyordu. Koşarak ağzından salyalar akan Dost’un yanına gitti Kerem. Başıyla ve gövdesiyle iterek ona yardım etti ve barınaklarına girmesini sağladı.

Kerem arkadaşına ne olduğunu anlayamamıştı. Zavallı Dost, hayatında ilk kez el kadar bir et parçası görünce gözleri parlamış, bu ziyafete bir an önce konmak için de kısmetinin üzerine tüm hızıyla gitmişti. Bunun ölüme gidiş olduğunu bilmiyordu zavallı. Yemeğe başladığında, bir köpek için tadına kolay kolay doyulamayacak bu et parçasının sonlarına gelmişti. Tam bu sırada kader arkadaşı Kerem’i anımsadı. Kalan eti dişlerinin arasına kıstırıp barınaklarına doğru yürümeye başladı. Çok geçmeden başı dönmeye, içi bulanmaya başlamıştı Dost’un. Yolda iki köpek ölüsü görmüş, morali bozulmuştu. Büyük bir gayret göstererek kulübeye yaklaştığında bacakları titremeye başlamıştı. Son gayretle birkaç adım daha attı ve yere yıkıldı. Anlamıştı öleceğini Dost. Ölmeden önce arkadaşına son bir kez görerek bu dünyadan öyle ayrılmak istiyordu. Kerem’den başka dostu yoktu, onun için öldüğünü anladığında son olarak bir dostun gözlerinin içine bakarak bu dünyaya hoşça kal demeyi düşünüyordu. Kerem’in yardımıyla barınağa girdiğinde arkadaşının gözlerinin içine bakarken tuhaf bir ses çıkardı. “Ölüyorum arkadaşım” mı diyordu, yoksa “yaşamım boyunca güzel bir gün göremedim” mi diyordu. Belkide: ”Kırk yılda bir, el kadar bir et parçası buldum, o da boğazımda kaldı” mı diyordu bunu anlayamadı Kerem. Anladığı bir şey vardı, ölecek olan arkadaşı, her şeye karşın kendisini zorlayarak, onu son bir kez olsun görmeye gelmişti. Dostunun yüzüne baktığında Kerem’i en çok şaşırtan şey, onun göz pınarlarında biriken sonra da süzülüp toprağa düşen gözyaşlarıydı. Ve Kerem, ”demek köpekler de ağlarmış” diye düşünmekten kendisini alamadı.

Bu olay Kerem’i çok etkilemişti. Arkadaşını ölüsünü birkaç gün bekledi ve aynı barınakta kaldı onunla. Daha sonra Dost’un ölüsü kokmaya başlamıştı; bu arada sinekler de üşüşmeye, Kerem’i de rahatsız etmeye başlamıştı barınakta. Oradan ayrılmak zorunda kaldığında nereye gideceğini bilemeyen Kerem, bir sağa bir sola yürüdü. Yavaştan çiselemeye başlayan yağmurda ıslandığını görünce bir barınak bulmak için hızlı hızlı yürüyüp sığınacak bir yer aradı. Yoktu, kendisini yağmurdan koruyacak bir barınak bulamıyordu. Bir evin yağmur almayan, üstü örtülü kapısının önünü görünce koşup oraya büzüldü. Bu geçici çare ona pahalıya mal olmuş, apartmanın kedi sevmeyen kapıcısı elindeki faraşı gücünün yettiği kadar sallayarak kafasına indirmişti. O da ”uyuz kedi” demişti kafasına faraşı indirirken. Yine sokaklara düştüğünde yağmur azalmıştı; biraz sonra da dindi. Arkadaşının acısından açlığını birkaç gündür unutan Kerem, şu anda anımsamak zorunda kalmıştı, çünkü bağırsakları guruldamaya, bacakları da dermansızlıktan titremeye başlamıştı. Biraz ileride kalın bir su borusu gördü. Gidip denedi, rahat girebiliyordu içine. Burada kalabilirim daha sonra deyip karnını doyurmak için yollara bir kez daha düştü. Yiyecek bir şey yoktu. Bir bahçeye girip orada bulunan otları yemeye başladı, açlığı geçer gibi olunca da gidip daha önce gördüğü su borusunun içine girip uykuya daldı. Çok geçmeden karın ağrısıyla uyandı, yediği otlar karnını ağrıtmıştı. Sabaha dek karın ağrısıyla kıvrandı.

Ertesi sabah uyandığında soğuk bir hava vardı. Koşup ısınmak istedi, gücü yetmiyordu buna. Zorunlu olarak, yavaş yavaş yürüyerek kentin merkezine geldi. Bir kasabın önünde durup ağzının suyu akarak vitrindeki etlere baktı. Yanında iki kedi daha vardı onun gibi ağızları sulanarak vitrine bakan. Baktı ki vitrindeki güzellikleri izlemenin bir yararı yok, kendisine gidip yiyecek bir şeyler bulmak için yürümeye başladı. Sokaklarda hiç köpek kalmamıştı, belediye hepsini zehirlemişti arkadaşı Dost’la birlikte. Yolda atılmış ya da düşmüş, biraz da çamurlanmış, yarım simit parçası gördü Kerem. Hemen durup ağzına alarak kimse görmeden yiyebileceği bir yere götürdü. Simidi yiyince birazcık gücü yerine gelmişti. Yiyecek aramaktan, ya da denk getirebilirse çalmaktan başka çare yoktu.

Elvanla birlikte geçen o mutlu günleri daha çok anımsamaya başlamıştı bu son günlerde. Gözaltına alındıktan sonra tutuklanmıştı Elvan. Altı ay kadar hapis yattıktan sonra, tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmişti. Annesinin babasının oturdukları kente gidip bir süre dinlenmiş, daha sonra da geçen yıl okuyamadığı ve son sınıfına gittiği okuluna devam etmek için hazırlık yapıyordu o gün. Çarşıdan birkaç parça bir şey almak için çıkmıştı dışarıya. Karşıdan gelirken onu görüp hemen tanıdı Kerem. Bir an düş görüp görmediğini düşündü, o da Elvan’ı düşünüyordu o an. Düş değildi, gerçekten çok sevgili arkadaşı Elvan geliyordu karşıdan. Koşarak Elvan’ın yürüdüğü yana gelirken az daha bir taksinin altında kalıp ezilecekti. Bu durumu Elvan görmüş ve bir çığlık atmıştı. Zayıf kedi ondan hiç umulmayacak bir çeviklikle kendisini kurtarıp Elvan’ın ayaklarının dibine düşmüştü. “Sokak kedileri böyle çevik oluyor demek? Benim Kerem olsaydı kurtulamazdı” diye düşündü Elvan. Kediyi sevmek istedi ama baktı ki çok pis bundan vazgeçti ve yürüyüp gitti. O daha yanından ayrılmaya başladığında Kerem acı acı miyavlamaya başladı. Elvan irkilerek durdu ve arkasına döndü; bu, sesi tıpkı Kerem’e benzeyen kedi onun babası olmasın sakın diye geçirdi aklından. Sonra bunun saçma bir düşünce olduğunu, böyle bir şeyin olamayacağını düşündü. Hem, olsa bile ne işe yarar böyle bir yakınlık deyip yeniden yürümeye başladı. Kedi, hem arkasından koşuyor hem de ona bir şeyler söyleyecekmiş gibi bağırıyordu. Yoldan geçenler de kedinin yaptıklarına ilgisiz kalamıyordu. Elvan durup kendisine iyice yaklaşmış olan kedinin gözlerine bir süre baktı. Kerem de umutla ona bakıyordu. Gözler aynıydı ama Elvan’ın tanıdığı Kerem’in gözlerini içi her zaman gülerdi, bu kedininkilerse yaşlıydı. Komşu kedilerden dayak yiyip veterinere gittikleri gün bile gülüyordu onun gözlerinin içi. Gittikçe daha fazla ağlamaya başlamıştı bu sokak kedisi, hem de Elvan’ın hiç görmediği biçimde, gözyaşlarını çeşme gibi akıtarak yapıyordu bunu.

Ne rengi, ne iriliği Kerem’e benzeyen bu kediye acıyarak bakan Elvan, şu anda bu sokak kedisini alabilecek durumda değildi. Akşama okulunun olduğu kente gitmek için otobüse binecekti. “Birkaç gün daha olsaydı buradan gidişime alırdım seni zavallı kedicik” deyip, gözpınarlarında biriken iki damla yaşı kimseye göstermemeye çalışarak ellerinin tersiyle silip, yeniden yürümeye başladı Elvan. Bir türlü arkasını bırakmıyordu onun Kerem, bu benim son şansım yeniden mutlu olmak için, yoksa kimse beni sokaktan evine alıp karnımı doyurmaz. Bir daha beni hiç kimse kucağına alıp sevmez diye düşünüyordu. Bir kez daha avazı çıktığı kadar ve sesine en acıklı havayı vererek miyavladı Kerem. Bu sırada Elvan’ın kafasında bir şimşek çaktı; bu üstü başı kir içinde olan kediye çok fazla yakından bakmamıştı, bir kedi sever olarak kınadı kendisini. Kerem’in en önemli özelliği patisiydi. Elvan döndü ve yere çöküp fazla parmaklı patisine doğru uzanırken kedisi ne yapacağını biliyormuş gibi ona sağ ön ayağını uzattı.

Durumu görüp onun Kerem olduğunu anlayan Elvan, bu kirli sokak kedisini kucağına alıp sıktı ve öpmeye başladı. Yoldan geçenler bu üstü başı tertemiz genç kızın yaptığına şaşkın şaşkın bakıyorlardı...
Hikayeler
                                                                                                                 
Pıtır'ın Maceraları
Minnoş yeşil gözlü, minyon, oldukça bakımsız sıradan bir tekir. Bir yıl içerisinde üçüncü kez hamile kalmış ve doğumunu geceleri uyumak için kullandığı apartmanın bodrum katında yapmıştı. Zorlu doğumda hayatta kalmayı başarabilen Pıtır, tek bebek olduğu için bol bol süt içme fırsatı bulmuş, kısa sürede gürbüz bir kedi olmuştu. Annesi yakında onu dışarı çıkarmayı, çevreye alışmasını sağlamayı düşünüyordu. Fakat önce bir kedinin kendisini nasıl savunması gerektiğini Pıtır’a öğretmek zorundaydı. Pıtır ise kardeşleri olmadığı için annesi yemek aramaya gittiği zamanlarda bütün gün uyur, annesi geldiğinde de karnını doyurduktan sonra yeni yeni uzayan tel tel sarı tüylerini kirpi gibi kabartarak ona doğru koşar, heyecanla üzerine atlar, kulaklarını ısırır, kuyruğunu kovalar, yorulana kadar onunla oyunlar oynardı. Yorulunca da annesinin kucağında derin tatlı bir uykuya dalardı. Ara sıra bodrum katın penceresinden dışarıyı izler, ellerinde toplarla çimenlerin üzerinde kovalaşan çocuklara imrenir, onlara seslerini duyurmaya çalışırdı. Annesi ise camdan dışarı bağırmaması konusunda sürekli onu uyarır, bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatırdı.

Sıcak havalar yerini serin rüzgârlara bırakırken site yönetimi de geçen kış boyunca su basan bodrum katı için bir karar almış, havalandırma işini sona erdirmişti. Artık camlar tamamen kapatılacak, bodrum katın kapısı hırsızlara karşı önlem olarak kilit altına alınacaktı. Minnoş, akşam eve döndüğünde kapının kapalı olduğunu görünce hemen camlara koştu ancak nafile, camlar telle kapatılmıştı. İçeri girmenin imkânı yoktu. Çaresiz, bütün gece camın bir ucunda bebeği, diğer ucunda kendisi sabaha kadar beklediler. Annesi sürekli Pıtır ile konuşuyordu, çünkü küçük kedicik bütün gece karanlık bodrum katında yalnız kalmaktan çok korkmuştu. Annesini göremediği ya da sesini duyamadığı anda avazı çıktığı kadar bağırıyor, sesi büyük binaların arasında yankılanıyordu. Kapıcının onları duyması durumunda, bebeğini hiç düşünmeden bir kutuya koyup oradan göndereceğini biliyordu Minnoş. Sıkıntılı gecenin sabahında bodrum kapısı açıldı. Minnoş, bebeğine kavuştu. Fakat bodrum katı artık güvenli değildi. Annesi küçük Pıtır’ı yanına alarak sitenin arka tarafındaki çardağa götürdü. Burası sadece akşamları kalabalık olurdu, site sakinleri geceleri kendi aralarında toplanıp birkaç saat yemek yer, sohbet eder, sonra da evlerine giderlerdi. Gündüzleri ise kimseler uğramazdı çardağa. Akşamları insanlar geldiğinde de bir süreliğine çiçeklerin arasında sessizce bekleyebiliriz diye düşündü Minnoş.

Bahçeye çıktığında çok heyecanlıydı Pıtır, ayakları ilk defa çime dokunmuştu, tüylerini kabartıp yengeç gibi yan yan yürüyordu annesinin arkasından. Annesi bir yandan etrafı gözlüyor, diğer yandan sırtını yere eğmiş görünmüyormuş gibi, hızlı adımlarla çardağa doğru gidiyor, arkada kalan kızının acele etmesi için zaman zaman ağzıyla ensesinden onu yakalıyor birkaç adım taşıyordu. Sonunda sağ salim çardağa ulaştılar. Şimdi güvendeydiler, fakat uzun süredir bir tek lokma geçmemişti Minnoş’un boğazından, bir şeyler yemesi ve kızına süt vermesi gerekiyordu. Minnoş küçük bebeğini çardakta bırakarak yemek aramaya koyuldu. Epey vakit geçmişti neredeyse öğlen olmak üzereydi, çöpçüler bütün çöpleri toplamış olmalıydı. Geç kalmış olsalar bile diğer sokak kedileri, tüm yiyecekleri silip süpürmüştür, diye düşündü içinden. Saatlerce dolandı durdu sokaklarda, sonunda karnını doyurdu ve koşarak çardakta aldı soluğu.

Bir an duraksadı Minnoş, gördüğü manzara karşısında. Önce yaklaşmak istemedi yanlarına gizlice uzaktan onları seyretti. Sitede yaşayan Suratsız Pakize Hanım, Pıtır’ı kucağına almış oyunlar oynuyordu, kenarda duran süt kutusunu gördü Minnoş. Muhtemelen gün boyu ağlamış olmalıydı Pıtır, onun sesini duyan Pakize Hanım da imdadına yetişmişti küçük kedinin. Bu tam ona göre bir hareketti. Yıllardır aynı sitede yaşardı Minnoş ama Suratsız Pakize bir kez olsun onun yüzüne bakmamış, bir avuç mama koymamıştı önüne. Onu görmezden gelir etraftaki diğer kedilere seslenirdi sürekli. Oysa şimdi dünyalar güzeli bebeği Pıtır onun ellerindeydi.

Suratsız Pakize uzun boyalı tırnakları ile sosis gibi kalın ve buruşuk parmaklarını çimenlerin arasına saklıyordu. Pıtır ise meraktan gözlerini fal taşı gibi açmış küçük poposunu iki yana heyecanla sallayıp hızla o noktaya atlıyor, elini yakaladığında da Pakize gülücükler atarak göbeğini okşuyordu küçük kedinin. Bir süre sonra iyice yoruldu Pıtır kedicik ve otların arasında uykuya daldı. Suratsız Pakize de sessizce ayrıldı kedinin yanından, sırtını bir kez daha okşayarak. Anne kedi çok kızmıştı bu duruma, ama o anda çıksaydı karşılarına Pakize’nin yavrusunu alıp götüreceğini düşünmüştü. Pakize uzaklaşınca yanına koştu bebeğinin, o uyurken üzerine kapaklanırcasına yattı Pıtır’ın ve uzun süre yalayarak temizledi yavrusunu. Bu arada sürekli insanlardan uzak durması gerektiğini yineliyordu kızına.

Yaramaz Pıtır her seferinde annesine söz veriyor fakat annesi yanından uzaklaştığında Pakize’ye sesleniyordu. Belli ki onun da hoşuna gitmişti bu oyunlar. Aradan günler geçti, suratsız Pakize her gün bebeği ziyarete gelmeye başladı.

Yine bir öğlen saati Pıtır, bağıra çağıra dolanıyordu çardakta, ancak ne gelen vardı ne de giden. Biraz daha yükseltti sesini Pıtır ve nihayet birilerine duyurabildi sesini. Sitenin bahçıvanı Nusret Dayı elinde otları temizlediği tırmık ile belirdi köşede. Koşarak ona doğru yöneldi Pıtır, Pakize ablasını da böyle karşılıyordu her gün, paçalarından omuzlarına doğru tırmanıyor sevgiyle başını sokuyordu koynuna.

Nusret Dayı da severdi hayvanları, iyi niyetliydi ama sitede kedi köpek beslemek yasaktı, yönetim bu konuda kesin karar almıştı. Hem zaten hayvan bakımından da anlamazdı ki, o sadece bahçe işlerinden anlardı. Ne yapacağını düşündü bir süre, belki küçük torununa götürebilirdi kediciği. Sonra Pıtır’a baktı, daha küçücüktü kedicik, torunu ona bakabilecek yaşta değildi henüz. Daha da önemlisi kendi kızı köyde doğup büyümesine rağmen hiç sevmezdi hayvanları. Muhtemelen geri götürmesini isteyecekti ya da babasını kırmamak için birkaç gün onu konuk edecek sonrada evden uzaklaştıracaktı.

Sitede bıraksa birileri onu bulacak ve yönetime haber verecek, yönetim de sitede yaşayan belediye görevlisine onu buradan attırmaları için ricada bulunacaktı. Daha önceki olaylardan haberdardı Nusret Dayı, belediyelerin kedi köpekleri öldürdüklerini duymuştu, kediyi orada bırakamayacağını biliyordu. Sonunda karar verdi ve Pıtır’ı küçük bir kutuya yerleştirerek, üzülerek de olsa siteden uzak bir yere götürdü. Bu şekilde en azından hayatta kalma şansı olduğunu düşünüyordu.

Pıtır şimdi daha iyi anlıyordu annesinin sözlerini, insanlara yakın olmanın tehlikesini. Yapayalnız kalmıştı karanlık küçük bir kutuda, karnı da iyice acıkmış, açlıktan vücudu güçsüz kalmıştı. Sesini duyurmaya çalıştı ama etraftan gelen gürültüden sesini duyurması mümkün değildi, bağırmaktan iyice güçsüz kalınca uykuya daldı bir süre. Uyandığında bütün cesaretini toplayarak başını uzattı kutudan dışarı, hava kararmış, etraf iyice sessizleşmişti. Belki çok uzak olmayabilirim yaşadığım yerden, yürüyerek evimi bulabilirim diye düşündü içinden. Sessizce çıktı kutudan dışarı ve karanlığa doğru yürümeye başladı. Kalbi küt küt atıyordu korkudan, en ufak bir gürültüde bir köşeye siniyor uzun süre bekliyordu ürkek iri gözlerle. Bütün gece bir oraya bir buraya sürüklenip durdu Pıtır kedicik, fakat bir türlü bulamadı evini. Sürekli annesini düşünüyordu, kim bilir ne kadar üzülmüştü annesi, onu bulmalıydı mutlaka.

Günlerce aç susuz dolandı sokaklarda, kimselere yanaşamıyordu korkusundan. Diğer sokak kedileri ise çok büyüktü ona göre ve kimse yemeğini paylaşmak istemiyordu. Zaten koca koca lokmaları çiğneyip yutamayacak kadar küçüktü henüz.

Bir gece yine uyumak için saklandığı kutudan bir sıcaklık hissetti sabaha karşı, sıcaklığın yanı sıra lezzetli kokular da geliyordu burnuna. Gözlerini açtığında güneşin doğduğunu gördü, uzattı başını gizlice kutusundan dışarı, birkaç kişi elinde sıcak sıcak ekmekleri onun yanındaki kutuya taşıyorlardı. Dükkan kapalıydı henüz, etrafta kimseler yoktu, karnı çok acıkmıştı. Kuru ekmeğe razıydı Pıtır ve karnını doyurana kadar kemirdi ekmeğin köşesini. Gücü yerine gelmişti, annesinden öğrendiği gibi yaladı minik patilerini, sonra yüzüne doğru sürdü ellerini, kulaklarını temizlediği anda bir ayak sesi duydu, hemen saklandı yeniden kimselere görünmemek için. Saçı sakalı birbirine girmiş bir adam geliyordu o yöne doğru. Kutunun köşesine sindi küçük kedicik ve sessizce beklemeye başladı. Adam elini uzattı diğer kutuya ve birkaç ekmek alıp elindeki torbaya koydu. Etrafa bakındı ve bir sigara çıkardı cebinden. Sigarası bitince bir kez daha bakındı etrafına sonra cebinden bir şeyler çıkarıp iliştirdi dükkânın kapısına, arkasını dönüp bir sigara daha yakarak yürümeye başladı. Bu kokuyu tanımıştı Pıtır kedicik, Nusret Dayı idi bu yaşlı adam. Evimden çok uzak olmamalıyım, gizlice onu takip edersem anneme ulaşabilirim diye geçirdi içinden. Adam gözden kaybolmadan peşine düştü Pıtır, gizli gizli onu takip etti yol boyu. Haklıydı düşüncesinde sonunda evine ulaşmıştı. Kimselere görünmeden sitenin içine girdi ve annesini aramaya koyuldu.

Minnoş yoktu ortalarda, muhtemelen yemek arıyordur diye düşündü Pıtır. Onu beklerken kendisini temizlemeye başladı, annesinin süt kuzusu dışarıda geçirdiği günler boyunca bakımsızlıktan sefil bir kedi haline gelmişti.

Bir süre sonra onu gördü uzakta, kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Gözleri kocaman kocaman, minik poposunu heyecanla bir o yana bir bu yana salladı, tüylerini kabartarak ok gibi annesine doğru fırladı. Sevinçle üzerine atladı annesinin, ama öyle bir tokat yedi ki ne olduğunu anlayamadı. Annesi kuyruğunu ve tüylerini kabartmış, kulaklarını iki yana yatırmış tıslıyordu ona doğru. Pıtır, tıpkı bebekliğinde yaptığı gibi kuyruğuna atladı annesinin, fakat daha sert bir tokatla yuvarlandı yerlerde. Göbeğini açtı annesine, sevmesi için, burnunu uzattı ona doğru, yine olmadı. Geri çekildi Pıtır, zaten onunla kavga edemezdi, baka kaldı annesinin arkasından.

Annesi onu unutmuş muydu, yoksa gidişini mi affetmemişti...

Devamı Var…
Hikayeler
                                                                                                                 
Sokak Köpekleri

Yoldan geçerken, yürüyüş yapan bir kadın arabanın önüne atlayıp durdurdu ve bindi. Meğer köpeklerden korkmuş. Oturduğumuz sitenin yanında kullanılmayan arsalar var. Sokak köpekleri buraları sahiplenmişler. Çakıl’ı gezdirirken onlarla tanışmıştım. Bizden hoşlanmamışlardı. Bana havlayıp duruyorlardı. Çakıl’ı tek başına yakalarlarsa daha acımasız olup kovalıyorlardı. Yanımda yiyecek bir şeyler olsa durum farklı olabilirdi belki ama gezmeye çıkarken yanıma yiyecek almayı unutuyordum ve tatlı sözler arsayı kullanma izni için yeterli olmuyordu.

Sokak köpekleri aslında haklılardı. Dört yavrusu bu arsada yaşıyordu ve yabancıların girmesi tehlikeli olabilirdi. Kış günü yemek bulmak zaten zordu. Aç birinden yavrularını koruyamamaktan korkuyordu. O arsaya geldiğinde kimse yoktu ve artık sahibi o olmuştu. Her gelene izin verirse, bir süre sonra kendisini dışarıda bulabilirdi.

Çakıl’la benim derdim orada yürümekti ama onları buna inandıramıyorduk. Çakıl her uzaklaştığında, arkasında iki köpekle son sürat bana doğru kaçmak zorunda kalıyordu. Sokak köpekleri bana yaklaşmıyor sadece uzaktan havlıyorlardı. İnsanların ne kadar tehlikeli ve acımasız yaratıklar olduğunu birileri onlara göstermiş olmalıydı. Güçleri kendi cinslerinden olanlara yetiyordu.

Sık sık tekrarlanan bu kovalamalar Çakıl’ı iyi bir koşucu yapmıştı. Bizimkine spor oluyordu bu kovalamacalar. Bir gün gene Çakıl bana doğru koşarken son anda fikir değiştirip başka yöne kaçmaya karar verdi. Bu karar pek akıllıca değildi. Çakıl’ın dönmesiyle diğer köpekler onu yakalayıverdiler. Daha doğrusu bana öyle geldi. Devamında sokak köpeklerinin Çakıl’ı bilerek yakalamadıklarını fark ettim.

Onların amacı sadece evlerine sahip çıkmaktı. Kimseye zarar vermek gibi bir niyetleri yoktu. Yakalasa ne olacaktı. Çakıl zaten kendiliğinden gidiyordu. Bu mantık beni şaşırtmıştı. Biz insanlar gücümüzün yettiğini hırpalamaya, vahşete, zalimliğe alışıktık. Bu duyguları yaşama fırsatı bulamadığımızda televizyonda seyrederek tatmin oluyorduk.

Köpeklerden korkan kadın aklıma geldi. Dünyanın en zararsız yaratıklarından çılgınca korkmuştu. Keyif için öldürmek bir yana, açlıktan ölse kimseye zarar vermeyecek bu hayvanların yapacağı en büyük iş uzaktan havlamaktı. İnsanların tüm dünyayı sadece kendilerinin zannettiği ortamda hayatta kalabilmenin çarelerini arıyorlardı.
Hikayeler
                                                                                                                 
Bencilliğin Böylesi
Artık ne diyeyim ben size bilmiyorum. İnsan sabahın sekizinde çıktığı eve, gece on ikide mi gelir? Ev mi, otel mi kardeşim, burası? Bir de girince şaşırmış numarası yapıp:

-”Bir tane bile kalmamış, silip süpürmüşler” demesi yok mu?

Sen kafanı gene asansörün kapısına vurdun galiba. Bir avuç mamayı 24 saatte mi yiyeceğiz? Siz gittikten yarım saat sonra, mama kabının önüne kuruldum. Gözlerim kapalı mamaları tıkırdatıyorum ki, dilimde bir pütürlenme oldu. Bir de baktım kap boşalmış, mama bulmak için kabı yalıyorum. Bu anlattığım olay sabahın köründe geçiyor. Bu kadar saattir kapının önünde aç biilaç dolanıyorum, şunların ettiği lafa bak. Neyse lafı uzatma da koy şu tavukluları bakalım...

Ben bu kadar bencil insanlar daha görmedim. Sanki evde yalnız kendileri yaşıyor. Bütün evi kendilerine göre düzenlemişler arkadaş. Bir şey söylesem abarttığımı sanır, inanmazsınız. Bizim evdeki yemekler on kiloluk kapısı olan, içine gireni donduran, kilitli bir dolapta duruyor. Kapısını açmak mümkün değil. Çünkü hem tutacak yeri yukarıda, hem de bunların her halta maydanoz, uzun parmaklarına göre yapılmış. Bu kadar önlemi görünce içinde değerli bir şey var sanırsınız, geçen gün açık yakalayıp girdim de, iki dilim salamı denkleştirene kadar kıçım dondu. Herif bir de yakaladım seni diye arkadan yanaşıp butlarıma doğru vurmasın mı? Zaten iki gündür ayağımda bir çekme var, üstüne bir de bunun eşek şakası eklenince iyice sinirlerim bozuldu. Gören de eve hırsız girmiş, bu da kıskıvrak yakalamış sanacak. Sadece yemek dolabı değil, evdeki bütün diğer eşyalar hep kendilerine göre ayarlanmış. Kapıların kolları yukarıda ve biçimsiz. Acil bir şey olsa dışarı çıkan her yer kilitli. Telefon desen, kullanmak mümkün değil. 10 tane tuşa belli bir sırayla basmak gerekiyor ki birilerini arayabilesin. Ulan zaten bir dolu işle uğraşıyorum, bir de nereden hatırlayım o kadar sayıyı. Geçen gün, biraz öğreneyim diye telefonu masanın üstünden aşağı atıp koltuğun arkasına götürüyordum ki, bizim bekçi gene çıktı karşıma. Eliyle anlamsız bir iki işaret yaptı ama hiç uğraşacak halim yoktu, çektim gittim yanından. Ama biraz daha zorlarsa kızgınlığa girmiş numarası ile ortalığa işeyip, ilk denk getirdiğimde de ağzını yırtacağım. Sonra diktirmek için veterinere mi gider, doktora mı kendisi karar versin.

   

Öbür fasulye sırığı ile bir gündür konuşmuyorum zaten. Pazar akşamı, durup dururken, herkesin içinde, “bıktım senin tüylerinden demesin mi.” Ulan ben, güzel görünsün diye koltuğun üstünde yarım gün tüylerimi yalıyorum, bu da bir çift güzel söz söyleyeceğine, “bıktım senin tüylerinden” diyor. Ben de senin sivilceli suratından bıktım o zaman. Ama neyse, bu öbürü kadar hödük değil, biraz anladı bozulduğumu.

Misafirlerin karşısına geçmişler, saatlerce birbirimizi kovalayıp, bir o yana bir bu yana koştuğumuzu anlatıyorlar. Zeytin biraz önce kıçımı ısırmış, ben öcümü almaya çalışıyorum, bunlar da bizle alay ediyor. Hele Zeytin’i bir anlatışları var ki, “Sabaha kadar ipini oynat peşinden koşarmış”. Dışarılarda top peşinde koşturup, donuna kadar terleyen, sonra da, şusuna busuna diye iddiaya giren onlar değil de Zeytin sanki. Televizyon dedikleri kutunun karşısında ağızları açık saatlerce oturmalarını anlatmıyorum bile.

   

Hele sabahları iyice çekilmez oluyorlar. Neymiş, sabah sabah, ayakaltında dolaşmayacakmışız. Emriniz olur. Peki, ben de sizin sokak lambası gibi tepemde gezinmenizden memnun değilim, ne yapacağız o zaman? Bu sabah bunlar evden çıkarken kaloriferin önünde biraz guruldadım ama nerede bunlarda o anlayış, öküz gibi çıkıp gittiler evden.

Bakın buradan sesleniyorum: Cimrilik etmeyin de adam gibi açın şu kaloriferleri. Zaten esir hayatı yaşıyoruz, bari sokak kedileri gibi titremeyelim evin içinde.

Ne demiş atalarımız: Kedisini üşüten insan, veteriner masasından kalkmasın...
Hikayeler
                                                                                                                 
Kedili Adam

Bazen anneler çocuklarına: ”Yaramazlık yaparsan seni Kedili Adam’a veririm” derlerdi. Yanlış bir çocuk eğitimi olmasının yanında, aynı zamanda gerçeği yansıtmayan bir sözdü bu. Kedili Adam çocuklara zarar verecek bir insan değildi. Bugüne dek kimseye kötülüğü olmamıştı onun.

Nereden geldiğini kimse bilmezdi bu turizm ilçesine Kedili Adamın. Adını da ilçe polisinin dışında kimse bilmezdi. Herkesin ona Kedili Adam demesinin nedeni ise, yağdan parlayan kirli, cebinin kenarı yırtık ceketinin cebinde bir kedi taşımasıydı. Kedi büyüdükçe cebi dar geldiğinden kenarını yırtmak zorunda kalmıştı. İlçeye ilk geldiğinde yavru olan cebindeki kedi zamanla büyümüş, doğal iriliğe geldiği halde, onu halen cebinde taşırdı adam. Yaz kış çıplak ayakla dolaşan Kedili Adam cebindeki arkadaşı üşümesin diye bir yerlerden bulduğu paçavradan kılıf biçiminde bir giysi yapmıştı ona, kışları giydirirdi.

İlçedeki iyiliksever kişilerin acıyıp verdiği şeyleri yiyerek karnını doyuran adam, ilkin kedisi yemeden bir lokma koymazdı ağzına. Yatıp kalktığı belli bir yeri yoktu, nerede olsa kıvrılıp uyurdu. Kışın boş bir depoda ya da kimsenin oturmadığı bir bağ evinde kalır, herkes onun soğuk kış günlerinde nasıl ölmediğini merak ederdi. Hatta cebinde taşıdığı kedi bile onun bu haline şaşar, kendisine kış giysisi diken bu adama acıyarak ve sevgiyle bakardı. Adam tarafından Suzan diye çağrılan kedicik, iki yaşında ölen kızının adını kendisine koyduğunu bilmezdi. Bilseydi ona daha çok acırdı. Karısını, beş yaşındaki oğlunu ve iki yaşındaki kızı Suzan’ı bir trafik kazasında yitiren acılı adam, kullandığı otomobiliyle yaptığı bu kazadan sonra kendisini bağışlayamamış, aklını yitirmişti. Doğup büyüdüğü yerlerde gördüğü her nesne ona çocuklarını ve çok sevdiği eşini anımsattığı için de oraları terk edip bu ilçeye kadar gelmişti. Kimseyle konuşmazdı doğru dürüst, tek dostu ve ara sıra konuştuğu cebinde taşıdığı kedisi Suzan’dı. Aslında kediyi cebinde taşımasa da Suzan çok sevdiği bu adamın arkasından giderdi. Ama o, kedisinin sıcaklığını bedeninde duyumsamak için cebinde taşımayı yeğlerdi.

Yaşamı da kendisini cebinde taşıyan adamınkine çok benzediği için, onu kendisine benzetirdi kedicik. Suzan da annesini ve üç kardeşini bir trafik kazasında, daha doğrusu sürücü belgesi olmayan, acemi bir gencin kamyonla şoförlük öğrenmek için yaptığı bir çalışma sırasında yitirmişti. Kendisi bulduğu küçük bir topla oynamak için annesinden ve kardeşlerinden birkaç metre uzakta olduğu için bu kazadan kurtulabilmişti. Daha bir buçuk aylıktı Suzan. Annesi güneşte yatmış, gözleri kapalı, yarı uyku halinde dinleniyordu. Kardeşleri de gözlerini kapatmış, yarı uyku halindeki annelerinin memelerini emip karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Tam o sırada geri geri gelen kamyon, anneyi ve üç yavruyu arka tekerlerinin altına alıp pestil gibi yapmıştı.

Suzan ne yapacağını bilmez bir halde ortalarda kalmıştı. Daha hiçbir yeri bilmiyor, sütten başka şeylerle de karın doyurulabileceğine aklı ermiyordu. Erse bile nereden bulacaktı karnını doyuracağı yiyecekleri. İki gün böyle geçmişti. Belediyenin temizlik işçileri bir gün önce annesini ve üç kardeşini bir faraşa süpürüp çöp kamyonuna atmışlardı. Suzan korkudan çalıların dibine büzülüp kalmıştı, kendisini de aynı yere atacaklarını sanmış, çocuk aklınca saklanmıştı elinde çalı süpürgesi olan adamlardan. Bir gün dayanabilmişti açlığa. Zaten sokak kedisi olan annesinin, karnını zar zor doyurup biriktirebildiği sütle dört kardeş güçlükle doyurabildikleri için karınlarını, yarı açlığa alışıktı o. Tam açlığa da bir gün dayanabilmişti, o zamanlar adı olmayan Suzan. İkinci gün açlığa dayanamadığı için gücünün yettiğince bağırmaya başlamıştı. Yanından geçip gidiyordu insanlar ona hiç aldırmadan, birçoğu da neşeli kahkahalar atıyorlardı. Kendisini öyle perişan halde gördükleri hiç umurlarında değildi. Nasıl iş bu diye, çocuk aklıyla düşünüp bir anlam vermeye çalışıyordu insanların bu yaptıklarına.

Canına tak etmişti açlık ve bu sıcak yaz gününde susuzluk, dayanacak gücü kalmamıştı. Sesi de yavaş yavaş kısılıyordu, gücü azaldıkça sesi de zor duyulur olmuştu. Ölmeye yatacağım başka çare yok diye düşünmeye başladı küçük kedicik. Yine de umudunu kesmemeye çalışarak sesi bütünüyle kesilene dek bağırdı. Bitmişti, gücü kalmamıştı, yattığı bir ağacın dibinde bayılmak üzereyken bir adam yaklaştı yanına. Onu dikkatle, incitmeden avuçlarının arasına alıp bir şeyler mırıldandı ve kucağına alarak oradan ayrıldılar. Bir dükkânın önünde durdu ve bakkaldan süt istedi adam. Ona her gün yemesi için bir ekmek veren bakkal pek sevmemişti bu süt işini. İyilik olsun diye, onun ölmemesi için zaten her gün bir ekmek veriyordu. Bakkalın kedisi için süt vermek istemediğini anlayan adam, cebinden süt alacak kadar bir para bulup ona uzattı. Bugün birisi durumuna acıyıp eline sıkıştırmıştı bu parayı. Her gün yediği yavan ekmeğin yanına zeytin almayı düşünmüştü. Zeytini çok özlemişti, ziyafet gibi gelecekti bugünkü yemeği ona. Her gün yavan ekmek yemekten bıkmıştı.

Bir zamanlar para kazanabilen, ailesine sıkıntı çektirmeden bakan bir veterinerdi o. Üstelik sevgili eşi de çok güzel yemekler yapardı. Yaş günlerinde, evlilik yıldönümlerinde, kutlanacak belirli günlerde en iyi lokantalara gidip şaraplarını içip en güzel yemekleri yerlerdi eşiyle. Devlet dairesinde çalışan adam ayrıca dışarıda, özel bir veteriner kliniğinde de çalışıp para kazanırdı. Şimdi ise ekmeğin yanına alacağı birkaç yüz gramlık zeytinin parasını bakkala verip sokakta bulduğu bu siyah kedi yavrusuna süt almıştı.

Birlikte ilçeden dışarı çıkarlarken bir poşet bulup cebine koydu adam. Büyük bir çınar ağacının gölgesindeki yeşilliğin üzerine oturup kedisini yavaşça yere bıraktı. Poşetten yaptığı bir kaba süt boşaltıp kedisinin karnını bir güzel doyurdu. O gün akşama dek orada birlikte eğlendiler. Sütün kalanını poşete koyan adam kedisini de kucağını alıp ilçeye doğru yürüdü. Gittikleri yer terkedilmiş bir depoydu. Adam oradan daha önce soğuk havalarda giymek için sakladığı eski ceketini alıp giydi. Suzan diye çağırdığı kedisini sağ dış cebine koydu. Başı dışarıdaydı Suzan’ın. Adamın bu havada ceket giymesine hiç gerek yoktu, bu duruma kedicik de şaşırmıştı. Akşam da olmuştu bu arada. Depoda sakladığı, öğlenden kalan yavan ekmeği yiyerek ilçeye doğru yürüdü adam. Birlikte ilçenin her yanını gezdiler ikisi. Onu hemen herkes tanıyordu ilçeye gelen turistlerin dışında. Bazılar selam veriyor, bazıları alay ediyor, bazılarıysa veba mikrobu taşıyormuş gibi uzağından geçmeye gayret gösteriyordu adamın. Çevresindekilere hiç aldırmıyordu o: “Sen bu ilçeyi hiç gezmemişsindir Suzan, baban sana gezdirsin kızım” diyordu kedisine. Suzan’ın da hoşuna gitmişti bu gezi. Ölmeye yakın kendisine gülen bu şansı düşündükçe çok mutlu oluyordu.

Zamanla büyüyen Suzan adamın cebine sığmaz oldu. Adam cebinin kenarlarından biraz yırtarak kedisinin gündüz yaşadığı cepten evi büyüttü. Geceleri koynuna alıp yatardı Suzan’ı. Soğuk kış geceleri geldiğinde birbirlerini ısıtmış olurlardı birlikte yatarak. Adam çöplükte bulduğu eski bir pamuk yatağın üzerinde yatıyordu. Üstüne de bir iyilikseverin verdiği eski, kalın paltosunu örterdi gece yatarken. Ülkenin batısındaki bu ilçe çok soğuk olmazdı doğudakiler gibi. Yine de Şubat ayı soğuk ve yağışlı geçmişti. Üç dört yılda bir yağan kar bu yıl da yağmıştı ilçeye. Suzan ilk kez kar görüyordu. Beş santim kadar biriken karların üstünde oynayan Suzan, çevresindeki kuşları kovalayarak eğlenmişti. Kartopu oynayan çocukların sevinçlerini görüp çığlıklarını duydukça o da onlarla birlikte koşup mutlu olmuştu. Kendisini bir ağacın dibinden izleyen adam, çocuğunu izlercesine Suzan’ın mutluluğunu görüp duygulanıyordu. Suzan ona doğru yaklaştığında göz pınarlarının dolu olduğunu, biraz sonra da gözyaşlarının yanaklarına doğru süzüldüğünü gördü. Adamın bu haline çok üzülmüştü Suzan, gözyaşı dökmesini bilseydi eğer o da sahibiyle birlikte ağlayacaktı. Bunun için uğraştığı halde beceremedi. Birkaç acıklı miyavlamayla sahibine katıldı.

Soğuk Şubat ayından sonra bahar erken gelmişti, Mart ayında ağaçlar çiçeğe durmuş, güneş de bu ilkbahar başlangıcında kemiklerine dek ısıtıyordu insanları. İşte böyle havalarda ilk aşkı tatmıştı Suzan. Kedili adam kedisinin en doğal hakkı olduğunu biliyordu bu aşkın. Fakat kendisini düşündüren bir şey vardı. Yarın, Suzan’ın çocukları olduğunda ne yapaktı? Kendisine ve bir tek kedisine, onun bunun yardımlarıyla zor bakabilen Kedili Adam, o kadar yavruya nasıl bakabilirdi? Doğanın yasalarına karşı koymanın da ne denli zor olduğunu biliyordu. Baştan mı kısırlaştırması gerekirdi acaba Suzan’ı. Bunu düşündüğü anda içinin ürperdiğini duyumsadı. Kızı Suzan gelmişti aklına ve onu kısırlaştırmayı düşündüğünü sanmıştı Kedili Adam. Her zaman ikisinin arasındaki ilişkiye baba kız ilişkisi olarak bakmıştı çünkü. Durumu oluruna bırakmaya, Suzan’ın aşk mutluluğunu yaşamasına karar verdi.

Aşk, meyvelerini vermek üzereydi. Suzan’ın karnı şişmiş, yürüyüşü değişmeye başlamıştı. Kedili Adam bir yandan torunlarına nasıl bakacağını düşünürken bir yandan da dede olacağı için seviniyordu. Karım sağ olsaydı da bu günleri görseydi diye düşündüğü de oluyordu ara sıra. Sonra da aklı başına gelir kedisinin kızı Suzan olmadığını anlayıp üzülürdü. Giderek hareketleri ağırlaşan Suzan bir gün terkedilmiş depoda yavruladı. Annesi gibi dört yavru doğurmuştu. Yavruların hepsi de kendisine benziyordu. Annelerinin modeli olan yavrular Kedili Adam sayesinde karınlarını doyuruyorlardı.

Yaşlı ve yalnız başına yaşayan kedi dostu bir kadın ise Kedili Adam’ın yaptıklarını yakından izliyordu çoktan beri. Onun kedisinin gebe olduğunu ve yavrularına zor bakacağını bilen bu kedi dostu yaşlı kadın, kendisinin evinde beslediği on sekiz kedisinden artırdığı yiyecekleri Kedili Adam’a vermeye başlamıştı. Kedili Adam, her gün kendisini çağıran bu kadının evine giderek kedileri için yiyecek bir şeyler alıyordu ondan. Son gidişinde kadının kedilerinden birinin hasta olduğunu görünce, bu konuda çaresiz kalan kedi dostuna ne yapması gerektiğini anlatmıştı Kedili Adam. Ağzı açık onu dinleyen bu yaşlı kadın, dediklerini uygulayınca çok sevdiği tekir kedisi kısa zamanda ayağa kalkmıştı. Günler güzel geçiyordu. Yaz gelmiş, üşümekten kurtulmuştu Kedili Adam. Ayrıca torunlar da büyümeye başlamışlardı. Her gün yavrularla oynayıp zamanını öyle geçirmeye başlamıştı. Günde iki kez dışarıya çıkıyor, birinde kendisine günde bir ekmek veren(Genellikle bir gün önceden kalan ekmeklerden oluyordu bu) bakkala uğruyor, bir kez de kedilerine bir şeyler veren yaşlı kadının kapısına gidiyordu. Bu arada, uğradığı yaşlı kadının hastalanan kedileriyle ilgileniyordu, en son da bir yavru kedinin kırılan ön ayağını ustaca sarmıştı. Kedili Adam Suzan’ı bulduğu günden beri kendisinde, psikolojik olarak az da olsa bir iyileşme olmuştu. Suzan’ın yavrulamasından sonra ise belirgin düzeyde bir iyileşme görülüyordu. Yavrular bir sağaltım sağlamıştı adamda. Onlarla oynarken, kafasına bir çengel gibi takılmış, beynini kanatan dertlerini, özellikle de karısının ve çocuklarının ölümüne neden olan trafik kazasını unutuyordu. O da kendisine bir rahatlama verdiği için ilk kez belli bir esenlik içerisinde olduğunu kendisinde fark ediyordu. Yaşlı kadının kedilerinin sağlığıyla ilgilenirken ilk kez kendisinin bir zamanlar başarılı bir veteriner olduğunu düşündü. Bunu ilk kez düşünmüştü ama tam iyileşmediğinden kısa sürede yine kendisini yiyip bitiren düşüncelere daldı. Kolay iyileşecek bir hastalık değildi onunki.

Bir gün kedi yavrularıyla oynarken, küçük bir çocuk kucağında yavru bir kediyle çıkıp geldi. Yanında da kedi dostu yaşlı kadın vardı. Kedili Adam şaşırmıştı. Bunların ne işi var burada diye düşündü, düşüncesini şaşırmış bir tavırla açıkladı gelenlere:

“Ne işiniz var burada?” diye sordu onlara.

“Bu çocuğun kedisi hastalanmış, bana getirdi ama anlayamadım derdinin ne olduğunu. Bir de sen bakar mısın lütfen?”

“Bilmem ki öyle şeyleri ben” diyen Kedili Adam yalnız kalmak istiyordu aslında. İnsanlardan kaçıp bu bilmediği ilçede, yalnızlığın ve yoksulluğun en kötüsünü yaşamayı seçmişti o. Kadını da kırmak istemiyordu diğer yandan. Kızına ve torunlarına o bakıyordu. Bu durumda iki arada bir derede kalmıştı. Bir yandan oradan kaçıp gitmek, insanlarla yeniden ilişki kurmak istemiyor, diğer yandan da bu çok iyi niyetli yaşlı kadını kırmak işine gelmiyordu. Bir ara, gözü kucağındaki küçük kedi yavrusuna sarılmış çocuğa takıldı. Yedi sekiz yaşlarında olmalıydı çocuk. Oğlu ölmeseydi onun yaşlarında olacaktı. O da kedi sever miydi acaba diye geçirdi aklından. Kedi seven insanların daha doğrusu tüm hayvanları sevenlerin kötü olamayacağını düşünüyordu. Bu dertlerini, acılarını kimseye açamayan dilsiz yaratıkları çok sevdiği için kendisi veteriner olmuştu. Çocuk Kedili Adam’ın tavrından hasta minik kedisine bakmayacağına karar verip hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.

“Niye ağlıyor bu çocuk?” diye sordu yaşlı kadına Kedili Adam. Çocuğun durumuna çok üzüldüğü yüzünden anlaşılıyordu. Acıyla kırışmıştı adamın yüzü.

“Sen kedisine bakmadın diye ağlıyor çocuk. O ölecek diye çok korkuyor” diye yanıtladı onu yaşlı kadın.

“Ben öyle bir şey söylemedim ki, hasta hayvanlara bakmayacak olsam veteriner olur muydum?” deyince Kedili Adam kadın şaşırmıştı. Onun veteriner olduğunu bilmiyordu. Kendi kedilerinin hastalıklarıyla ilgilenmesini ve iyileşmelerini sağlamasını bir tür deneyim ya da rastlantı olarak düşünmüştü. Bir veterinerin bu hallere düşeceği hiç aklına gelmezdi, onun için de böyle bir mesleğin sahibi olacağını hiç düşünmemişti.

“Bakıver öyleyse çocuğun kedisine” dedi ve kedisini adama götürmesi için eliyle bir işaret yaptı kadın. Çocuk bu saç sakalı birbirine karışmış, üstü başı dökülen adamdan çekindiği için kedisini ona doğru götürürken korkudan bacakları titriyordu. Boğazına sarılıp kendisini boğacağını düşünüp bir anda panikleyip elindeki yavruyu düşürdü çocuk.

“Ne yapıyorsun yavrum, dikkat etsene. Canını yaktın hasta kediciğin” diye bir baba duyarlılığıyla kendisine seslenen adama dikkatli bakınca hiç de öyle korkunç bir insan olmadığını anladı onun. Yerden aldığı yavrusunu ona korkamadan götürdü. Adamla çocuğu izleyen kadının yüzünde mutlu bir tebessüm vardı.

Kedili Adam hasta yavruya bakıp gereken ilaçları söylemiş, nelere dikkat etmeleri gerektiğini onlara anlatmıştı. Çocuğun yavru kedisi çok kısa zamanda iyileşmişti. O günden sonra veteriner olduğu duyulmuştu Kedili Adam’ın. Kedilerini kucaklarına alanlar, yanlarında ya kedi dostu yaşlı kadınla ya da getirdiği hasta yavruyu adamın korkusuyla kucağından düşüren küçük çocukla geliyorlardı. Bu kişiler bir poşete koydukları yiyecek ve giysi de getiriyorlardı Kedili Adam’a. Durumları eksiye göre çok değişmişti. Karınlarını doyurabiliyorlardı artık. Ara sıra para verenler de oluyordu gelenlerden. Kedi dostu yaşlı kadın da hiç yalnız bırakmıyordu onları. İyileşmeye başlayan Kedili Adam’la ilgileniyor, onun yaşantısını biraz olsun düzeltmek için gayret gösteriyordu. Bir gün evine çağırdı Kedili Adam’ı. Ona banyo yaptırıp, traş olmasını sağladı. Banyodan sonra, çarşıdan onun için aldığı temiz çamaşırları giydirip karnını bir güzel doyurdu. Artık, ilçede gezerken onunla dalga geçmiyorlardı. Ayağında kullanılmış olsa da ayakkabısı vardı, yaz sıcağında üstünde yağlı, yırtık ceketi yoktu.

Yaşlı kadının da yardımıyla yoksul ve perişan yaşantısı düzelmeye başlamıştı. Bir de şansı iyi olsaydı yaşantısı belki çok daha iyi olacaktı zamanla. Şanssız adamın en büyük yardımcısı, kedi dostu, iyi yürekli yaşlı kadın bir gün ansızın yaşama gözlerini yumdu. Yaşlı kadın ölünce sayıları yirmiyi bulan kediler aç kalıp sokaklara döküldüler. Kendisine zar zor bakan Kedili Adam’ın elinden bir şey gelmiyordu bu durumda. Elinden bir şey gelmeyince de üzüntüden, yavaş yavaş iyileşmeye başlayan hastalığı da yeniden artıyordu. Kendisine yardım eden kadının yokluğu ve sokağa dağılmış aç kediler onu perişan ediyordu. Bir gün belediyenin önünden geçiyorken, arkasında bir ana dört yavru kediyle dolaşan adamı görüp durdu belediyeye yeni atanan veteriner. Bir süre üstünde kendisine pek uyumayan yıpranmış giysiler olan, sakalları uzamış adama baktı. Bakışlarında biraz küçümseme biraz da alay vardı.

“Kedi çobanı mısın sen?” diye sordu belediye veterineri Kedili Adam’a.

Kedili adam durdu ve bir süre baktı adamın yüzüne. İlk bakışta kendisiyle alay ettiğini anladığı adama bir şeyler söyleyip geçecekti ama şaşkın bir durumda, ağzını açamadan bakıp kalmıştı. Tanıyordu kendisiyle alay eden bu adamı. Sınıf arkadaşıydı veteriner fakültesinden. Kendisini tanıtıp tanıtmamayı düşündü bir an, sonra caydı bu fikrinden. Bu haliyle kendisini tanımasını istememişti bu sınıf arkadaşının. Bir zamanlar kafasının almadığı dersleri kendisi anlatırdı dalga geçen bu belediye veterinerine. Kedileri arkasında yürüyüp gitti bahçelerin olduğu, insanların olmadığı yerlere doğru...
Hikayeler
                                                                                                                 
Kedili Adam - 2-
Kedi seven yaşlı kadının ölümü Kedili Adamı çok üzmüştü. Bu üzüntü sonunda iyileşmeye yüz tutan hastalığı yeniden artmıştı. Kedi ve köpeklerini getiren ilçe halkı da Kedili Adamın bu durumuna çok üzülüyorlardı. Eskisi gibi kendisine getirilen hayvanlara da gerektiği gibi bakamıyordu. Kedi seven yaşlı kadının sokakta kalan kedileri de Kedili Adamın deposuna gelmeye başlamışlardı. Kendi kedisi ve dört yavrusu için zorla bulduğu yiyeceklere ortak oluyorlardı kadının sokakta kalan kedileri.

Bazen aklı başına gelen Kedili Adam belediyede veterinerlik yapan sınıf arkadaşına gidip kedilerle ilgili yardım istemeyi düşünüyor, sonra da cayıyordu. İnsanların içine girdikten sonra buna ne gerek vardı. Böyle bir şey yapacağına geldiği yere dönüp terk ettiği evinde oturabilirdi. Pekiyi nereye varacaktı bu içerisinde bulunduğu durumun sonu. Kendi kedilerinin yemeğini zor bulurken kedi seven yaşlı kadının kedileri dert olmuştu başına. Onlardan ikisi de eksilmişti bu arada. Biri otobüsün altında kalmış diğeri de bir kasabın attığı taş nedeniyle ölmüştü.

Bir gün, oğluna benzettiği ve kedisini tedavi ettiği küçük çocuk, yanında genç ve güzel bir bayanla çıkıp geldi. Özel sepetinin içerisinde bir kedi vardı kadının elinde. Kedili Adamın yoksul yaşamını, uzayan sakalını gören kadın ilkin ürkmüştü ondan. Ancak, küçük çocuğun Kedili Adamın yanına gidip onunla öpüşmesi ve adamın çocuğa sevgi dolu bakışı onu cesaretlendirmişti. Çevresinde dört siyah yavru ve annelerinden başka Kedili Adamın kıyıp da kovamadığı kedi seven kadının sokakta bıraktığı yirmi kadar kedi, elindeki kendi besili Minnoş’una bakıyorlardı.

Kadın kendisini tanıttı. Adının Hacer olduğunu söyledi. Bu turistik ilçeye gezmeye gelmişlerdi. Güzel günler geçirirlerken çok sevdikleri kedisi hastalanmış, veteriner ararken Kedili Adam diye birinin bu işi çok iyi anladığı söylenmişti kadına. Kendi adını söyledikten sonra adama:

“Pardon, adınız nedir acaba?” diye sordu Hacer Hanım.

“Benim adım yok” diye yanıtladı onu Kedili Adam. Kadın şaşırmıştı bu yanıt karşısında.

“Nasıl olur, adsız insan olur mu beyefendi?” diye sorunca

“Bana Kedili Adam” diyebilirsiniz, beni bu ilçede öyle tanırlar” dedi Kedili Adam.

“Kedili Amca onun adı” diyerek konuşmaya katıldı küçük çocuk.

“Kediniz mi hasta?”diye sordu adam.

“Evet” dedi kadın.

“Getirin de bir bakayım” deyip kadının özel sepetinden çıkarıp önüne koyduğu kediyi kucağına alıp ilkin sevdi. Hep böyle yapardı; kendisine getirilen kedi ve köpekleri ilkin kucağına alıp onları sever sonra gerekeni yapardı.

“İki gündür kusuyor kedim" dedi kadın.

Kediyi muayene edip neler yapması ve hangi ilaçların kullanmasını uzun uzun anlattı kadına Kedili Adam. Onun derin bilgisi karşısında şaşkın şaşkın bakıyordu kadın. Kendini bildiğinden beri kedileri olmuştu Hacer Hanım’ın. Birçok kez onları veterinere götürmek zorunda kalmıştı. Bu karşısındaki adam kedilerini götürdüğü hiçbir veterinere benzemiyordu. Konusuna olağanüstü hâkim, derya gibi bilgili bir adamdı. Kadın, bir yandan adamın görünüşüne bakıyor bir de bilgisini düşünüyordu. Öylesine çelişkiliydi ki durumu, adamın bu izbe yerde ne işi var diye düşünüyordu. Çıkarıp hak ettiğinden çok fazla para verdi Kedili Adama.

“Bu verdiğiniz para çok fazla, kabul edemem” dedi Kedili Adam.

“Benim kedim çok değerlidir, onun için veriyorum size bu kadar parayı” diyerek itirazını kabul etmeyeceğini söyledi adama Hacer Hanım.

“Kediniz cins olarak değerli değil” dedi ve dünyadaki tüm değerli kedi cinslerini birer birer saydı adam. Kedisinin bu değerli türlere girmediğini, onun için de verdiği ücretin kedisi için değil de kendisine acıdığı için olduğunu, böyle bir şeyi de kabul etmeyeceğini söyledi kadına.

“Manevi değeri çok büyüktür benim kedimin” dedi kadın.

“Olabilir. Siz manen çok değer vermeye devam edin kedinize. Bana hakkım olan ücreti verin. Hatta hiç vermeseniz de olur”

“Ücret almazsanız nasıl doyuracaksınız karnınızı. Üstelik de bu kadar kedi var sizin elinize bakan, öyle değil mi?”

Kadının konuşmasından çok sıkılmıştı Kedili Adam. Aslında onun doğru söylediğini biliyordu. Yakın zamana dek başkasının verdiği yavan ekmekle karnını doyuruyordu. Şimdi ne olmuştu da gururu kabarmıştı bir anda? Adam, kedisini tatilde bile yanında taşıyan bu genç ve güzel kadın kuşkusuz iyi insandır, diye düşündü. Kendisine iyilik yapmak isteyen bu kadını kırdığını düşündü. Bu güzel bayanı kırmamak için şöyle bir yol buldu Kedili Adam: “Bana ücret olarak o paranın dörtte birini, geri kalanını da ölen bir dostumun şu kedilerine yardım olarak verin” dedi.

Kadın bu formüle gülmemek için kendisini zor tuttu. İçinden: “Nasıl bir adam bu böyle?” diye geçirdi. Parayı adama verip ona teşekkür ederek oradan ayrıldı. Kadının arkasından gitmeyen, Suzan’ın yavrularını sevmek için kalan küçük oğlana çikolata alması için bir miktar parayı zorla verdi Kedili adam.

Aradan bir süre geçip de havalar soğumaya başladığında kendisinden önce kedilerini düşünen adam, kaldığı depoda onların rahat etmeleri için özel yerler yaptı. Yirminin üzerinde kedisi vardı şu anda. Onu kedileriyle birlikte Askerlik Şubesinin önünden birkaç kez geçtiği gören şube başkanı yüzbaşı bir gün Kedili Adamı durdurmuştu. Bir süre sohbet etti Kedili Adamla. Göründüğü kadar akılsız olmadığını hatta onun bilgili bir adam olduğunu anlamıştı.

“Nasıl bakıyorsun bu kadar kediye?” diye sordu şube başkanı ona. Kedili adam durumu anlattı yüzbaşıya. Askerlerden artan yemekleri isteyip istemediğini sordu ona yüzbaşı. Adam böyle bir şeyi sevinerek kabul edeceğini söyledi. O günden sonra askerlerin her zaman döktükleri yemek artıklarını alan Kedili Adam yalnız kedilerinin değil kendi karnını da doyurmaya başladı askerlik şubesinden aldığı artıklarla. Yemek sorunu kalmamıştı ama gittikçe de yeniden sorun çıkacak gibi geliyordu ona. Birer birer dökülmeye başlamıştı sokak kedileri adamın kaldığı depoya. Eski kedilerine yenileri katılıyordu. Askerlik şubesinden aldığı yemek artıkları ancak yetiyordu kedi seven kadından kalan kedilerle kendilerinkilere; nüfus çoğaldıkça şubenin artıkları da yetmemeye başlıyordu. . .

Hastalığı yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Kendisini öylesine vermişti ki kedilere, kafasını tırmalayan eski düşüncelerle ilgilenmeye zamanı kalmıyordu. Bu da onun için bir tür rehabilitasyon oluyordu. Bir gün oturup düşündü. Belediyeye bir dilekçe yazmayı, çevresinde karınlarının doyurulmasını bekleyen sayıları yavaş yavaş elliyi bulmaya başlayan kediler için yardım istemeyi geçirdi aklından. Bir anda belediyenin önünden kedileriyle geçerken kendisiyle dalga geçen arkadaşı aklına geldiği için bu düşüncesinden caydı. Tanınmak istemiyordu bu ilçede. Herkesin tanıdığı Kedili Adam olarak yaşayıp öyle ölmek istiyordu. Fazla yaşamakta da gözü yoktu; hatta ne denli kısa olursa ömrüm o denli de iyi olur diye düşünüyordu.

Bir gün belediyenin önünden hasta bir kediyle geçen bir çocuk gören belediye veterineri:

“Bu kedi hastaya benziyor” dedi ona.

“Evet, hasta” dedi çocuk.

“Nereye götürüyorsun onu?” diye sordu veteriner.

“Veterinere” yanıtını verdi çocuk.

“Ben de veterinerim, getir bakayım kedine”

“Ben sana göstermem kedimi?”

“Niye?”

“Sen iyi anlamıyormuşsun kedilerden”

“Kim söyledi onu?”

“Herkes öyle söylüyor”

“Senin götürdüğün veteriner çok mu iyi anlıyor kedilerden?”

“Evet. O senden iyi anlıyormuş”

“Hayret. Bu ilçede benden başka bir veteriner var, o da belediyede çalışıyor benim gibi. Kedilerden de pek anlamaz üstelik. Senin gittiğin yönde veteriner olduğunu sanmıyorum”

“Ben biliyorum, daha önce de bu kedinin kardeşini götürmüştüm ona”

“Adı ne o veterinerin?”

“Kedili Amca?”

“Öyle ad mı olurmuş. Gerçek adı ne?

“Gerçek adı Kedili Adam ama biz çocuklar ona Kedili Amca diyoruz”

“Koluna taktığın o poşette ne var, kedi maması mı?”

“Hayır, kedi maması değil. Bunun içinde bir ekmekle zeytin var. Kedili Amcaya götürüyorum” deyip daha fazla konuşmak istemeyen çocuk oradan uzaklaşıp gitti. Belediye veterineri çok şaşırmıştı çocuğun söylediklerine. Yukarıya çıkıp birlikte olan diğer veteriner arkadaşını buldu. Biraz önce olanları ona anlattı.

“Benim kulağıma böyle bir şey geldi ama üzerinde durmamıştım” dedi arkadaşı.

“Kim acaba bu Kedili Adam denen kişi. Vizite ücreti olarak da ekmek zeytin alıyormuş?”

“Kendisine veteriner süsü veren zavallının biri demek?”

“Olabilir. Çocuğun arkasından gidip görseydim keşke. Belki de bir dolandırıcıdır?”

“Kim bilir?” dedi arkadaşı, “belki de yanlış şeyler yapıp kedilerin köpeklerin ölümüne neden olan bir cahildir?”

Bu sırada kendilerine imzalamaları için bir kâğıt getiren belediye çalışanlarından bir kadın konuşmaların sonunu duyup merak etmişti veterinerlerin ne konuştuklarını.

“Kimden söz ediyorsunuz siz?”

“Hiç be. Kendisine veteriner diyen bir adam türemiş” dedi veteriner.

“Kedili Adammış sözde adı” diye ekledi ikinci veteriner.

“Ben o adamı tanıyorum” dedi kadın. Veterinerlerden ikisi de çok şaşırmıştı kadının bu söylediğine.

“Ne, tanıyor musun?” diye hayretle sordu birinci veteriner.

“Evet, tanıyorum” dedi kadın.

“Nereden tanıyorsun?” diye sordu ikinci veteriner.

“Bizim apartmandan bir komşu kedisini götürdü ona.”

“Nasıl bir adammış bu?” diye soran birinci veterinerdi.

“Saç sakalı birbirine karışmış, belediyenin terkedilmiş eski deposunda bir sürü kediyle birlikte yaşıyormuş?”

“Hangi depo bu?” diye sordu veteriner.

“Eskiden itfaiyenin kullandığı bina” dedi kadın.

Ertesi gün sabahleyin ilk iş olarak Kedili Adamın kaldığı depoya gitti sınıf arkadaşı olan veteriner. Çok merak etmişti bu kendisine veteriner diyen adamı. Görüp konuşacak, kendisine veteriner dememesi için onu uyaracaktı. Böyle bir şeyin yasak olduğunu, o ısrar ederse kendisini veteriner olarak tanıtmayı, polise şikâyet edecekti. Veteriner olmak o kadar kolay bir iş değildi. Kolay olsa herkes veteriner olur diye düşünüyordu. Kendisi veteriner oluncaya dek neler çekmişti. O sahtekâra haddini bildirmek için elinden geleni yapmaya niyetliydi. Depoya gittiğinde karşısına çıkan, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı dökülen bir zavallıyla karşılaşmıştı. Bir süre konuşmaya nasıl başlayacağını düşünürken karşısındaki adam, düzgün bir İstanbul şivesiyle kendisine: “Günaydın” dedi.
“Günaydın” demek zorunda kaldı adı Ahmet olan belediye veterineri. Bir gün arkasında kara kedilerle belediyenin önünden geçerken görmüş, hatta laf atıp dalga geçmişti onunla. Anımsamıştı Kedili Adamı görünce.

“Bir şey mi istiyorsunuz?” derken gözlerinin içerisine bakmıyordu onun Kedili Adam. Çünkü bir zamanlar ders çalıştırdığı arkadaşını tanımış, onun da kendisini tanımasını istemiyordu.

“Evet” dedi veteriner Ahmet.

“Nedir istediğiniz?” diye sorarken Kedili Adam tanınmamak için, sanki kedilerden biriyle ilgileniyormuş gibi arkasını dönmüştü okul arkadaşına.

“Sen veteriner misin? Öyle söylüyorlar senin için?”

“Bir zamanlar evet”

“Şimdi pekiyi?”

“Şimdi burada kedilerimle yaşıyorum gördüğünüz gibi”

“Halen veteriner diye tanıtıyor muşsun kendini?”

“Ben öyle tanıtmıyorum. Yaptığım işten dolayı veteriner diyorlar sanırım bana”

“Ne işi yapıyorsun sen?”

“Hastalanan hayvanlarını getiren olursa bakıyorum onlara. Bakmamak olmaz değil mi? Ne de olsa bir zamanlar veterinerlik yapmıştım”

“Diplomanı görebilir miyim?”diyen okul arkadaşı konuşarak yanına yaklaşmıştı Kedili Adamın.

“Yanımda taşımıyorum diplomamı”

“O zaman yasak bir şey yapıyorsun sen.

“Niye?”

“Diplomasız iş yapıyorsun?”

“Ben yalnız iyilik olsun diye yapıyorum bu işi”

“Bana döner misin sen?” dedi Kedili Adama. Sanki bir yerlerden tanıyormuş gibi geldi bu perişan kılıklı adamın sesi ona.

“Niye dönmemi istiyorsun?” diye sordu arkadaşının yüzünü görmesinden çekinen Kedili Adam. Sesinin tonunu değiştirerek konuşmadığına pişman oldu. Sesimi tanıdı sanırım diye düşündü.

“Dön dön. Yüzünü görmek istiyorum” diye dayatınca ister istemez ona doğru dönmek zorunda kaldı Kedili Adam. Arkadaşı dikkatle bakıyordu onu tanımak için. O ise gözlerini kaçırıyordu arkadaşından.

“İzninizle işim var” deyip oradan ayrılmak istedi Kedili Adam. Daha birkaç adım atmadan arkasından hiç istemediği bir adla kendisine seslenildiğini duydu.
“Acele etme be Orhancım. Ne güzel konuşuyorduk? Olduğu yerde bir sallanmıştı Kedili Adam. Düşmemek için çaba harcıyordu. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu çünkü eski arkadaşının kendisini tanıdığını anlamıştı. Ahmet de şaşkındı. Bu çok zeki ve aynı zamanda iyi bir veteriner olduğuna inandığı sınıf arkadaşının haline çok şaşırmıştı.

“Beni başka birine benzettiniz” dedi ona Kedili Adam.

“Sanmıyorum. Dört yıl birlikte okuduk seninle. Yalnız aynı sınıfta okumakla da kalmadı arkadaşlığımız. Beni kaç kez ders çalışıp zor derslerden sınıf geçmemi sağladın. Seni çok geç tanıdığım için kızıyorum kendime”

“Öyle olsa bile buradan gitmeni istiyorum Ahmet. Lütfen beni rahatsız etme”

“O istediğin öyle kolay yerine getirilecek şey değil benim için. Gel buraya da konuşalım. Ben senin dostunum. Ne olursun anlat bana seni bu hale getiren dert nedir?”

“Hiçbir derdim yok Ahmet, git lütfen buradan.”

“Gitmeyeceğimi biliyorsun. İlkin oturup uzun uzun konuşalım, ondan sonra istersen gideceğim, söz veriyorum. Seni tanıdığımı da kimseye söylemeyeceğim.”

“Söz mü?”

“Evet, söz.”

İki arkadaş oturup uzun uzun konuştular. Konuşurken bazen ağladı ama sonunda kimseye açamadığı dertlerini eski bir arkadaşına anlatıp rahatlamıştı Kedili Adam. Ahmet ona belediyenin kedi barınağı projesini anlatıp burada görev alacak birini aradıklarını söyledi. Böylece onun çok sevdiği kedilerinden ayrılmayacağını anlattı. Onu evine götürüp, temizlenip karnını iyice bir doyurmasını sağladıktan sonra kendi takım elbiselerinden birini zorla giydirdi. Ertesi gün Kedili Adamı belediye başkanıyla tanıştırıp kedi bakım evinin başına getirilmesi sağlamak için aracı oldu arkadaşı. Belediye başkanı ikisinden de çok özür dileyerek:

“Benim kafamda başka birisi var o iş için, keşke daha önce söyleseydiniz” dedi.

“Bugün karşılaştık arkadaşımla başkanım” dedi Ahmet. “Siz kimi düşünüyorsunuz acaba?” diye sordu.

“Ben tanımıyorum kendisini, ama tanıdığım birkaç kişi ondan söz etti. O da veterinermiş, öyle söylediler. Hem kedileri çok seviyormuş, hem de karnını çok zor doyuran biriymiş, onu bu barınağın başına getirmek istiyorum. Adını bile bilmiyor kimse, Kedili Adam diyorlar kendisine”

“O öldü Başkanım” dedi veteriner Ahmet.

“Öldü mü?” diye sordu başkan. Biraz da şaşırmıştı.

“Evet. Dün öldü ve gömüldü.”

“Vah vah, çok üzüldüm. O zaman arkadaşı alabiliriz onun yerine kedi barınağının başına. Yarın belgelerinizi tamamlayıp, öbür gün de başlayın işe Orhan Bey” dedi Başkan. Başkanın yanından çıkarlarken ikisi de sevinçliydiler. Kedili Adam hem kedilerinden ayrılmayacak ve hem de acı anılarının olduğu için gitmeye korktuğu eski kentine dönmeyecekti. Açlık da yoktu bundan sonra. Tok karnına sevecekti yaşamının bir parçası olan kedileri. . .
Hikayeler
                                                                                                                 
Bozo Artık Burada Yaşamıyor...

 


— Aman be Bozo… Nedir bu patırtı gecenin bir yarısı. Uyumaya çalışıyoruz burda yahu.

— Vur kafayı, tekrar uyumana bak sen ufaklık. El ayak çekildi ve bu gece bu arkadaş burdan kurtuluyor…

— Yahu senelerdir bunu dinler dururum. Bırak şu işin ucunu artık be abicim. Kale gibi yer maazallah, feriştahı gelse çıkamaz.

— Sen öyle san umutsuz böcek. Beni buraya tıktıkları günden beri, bu iş rüyalarıma girer durur. İki senedir bu delikteyim ve geçen yaza kadar en azından bir umut vardı içimde. Ya buradan bir şekilde yırtacaktım, ya da beni arkaya çekip iğneyi basacaklardı ve bu sefil hayattan kurtulacaktım. Ama ne zaman ki burayı “Hiçbir Hayvan Öldürülemez” statüsüne tabi tuttular, bütün umutlarım söndü bir anda. Şimdi göbeğimden senelerce buraya bağlıyım... Eh kayışımı alıp kendimi kafesimin tavanından asmama imkân da olmadığına göre, tek kurtuluşum firar, başka yolu kalmadı. Hadi şimdi sen güzel güzel uykuna devam et de bırak da şu işi bitireyim, zamanıma ve enerjime taş koyma.

— Aslanım, canım abim, n’olur şöyle bir durumuna bak. Tel bir kafesin içindesin, etrafın da demir parmaklıklarla çevrili. Akıl var izan var!

— Bana bak, sinirime dokunmaya başladım sen ha… Sana laf mı yetiştireceğiz iş mi yapacağız burada? Bak ilk ve son kere anlatıyorum, ondan sonra da çıt istemem. Aylardır bir hata yapmalarını bekledim ve dün gece dualarım kabul oldu. O sıska oğlan asma kilidi taktı kafese ama kilitlemeyi unuttu. Şimdi bana düşen, patimle onu azıcık çevirmek, ondan sonra da burnumla şöyle bir ittirdim mi “hadi bana müsaade”…

— Ama Bozocuğum, o demir parmaklıklardan nasıl geçeceksin be canım abim? Onların arasından ben bile geçemem.

— Geçemezsin tabi. Önüne koydukları her boku zıkkımlanıyorsun, sonra da bütün gün kıçının üstünde oturuyorsun… Dubaya döndün. En son ne zaman dişlerini şöyle mis gibi, iliği taze bir kemiğe geçirdin?

— O da ne?

— Valla bu lafa daha ne diyeyim ki? Son zamanlarda bana şöyle alıcı gözüyle bir baktın mı hiç sen?


— Bakmasına baktım tabi de, biraz da endişelenmedim desem yalan olur valla. Seni her gün o bizi yarım saatliğine çıkarttıkları avluda görüyorum zaten. Bir şey demediydim üzülmeyesin diye ama madem şimdi sordun baklayı ağzımdan çıkarayım bari... Görünüşün berbat be usta, eski heybetin kalmadı, ufaldın valla, kemiklerin sayılıyor... ve...

— Ve ne?

— Valla senin için “iyice kafayı yedi” diyorlar; yok devamlı kafanı su kovasının içine sokuyormuşsun da, yemek kabını devirip yemekleri her yere saçıyormuşsun da... Ayrıca devamlı kafesin içinde devamlı bir aşağı bir yukarı volta atmaklar mı istersin, yoksa devamlı tepelere sıçramaklar mı?

— Bir halt bildikleri yok, ufaklık. Bütün bu anlattıkların büyük planın parçaları! Fikir aylar önce geldi aklıma; hani her gün kafesimi temizlerken beni bu parmaklıklara bağladıklarında. Bir anda şimşek çaktı kafamda “Ulan” dedim “kafamı şu parmaklıklardan bir geçirsem gerisi kolayca gelir”. Hemen kafamda bir plan oluştu. İlk adım “daha az yiyerek ve daha çok enerji sarf ederek kilo ver” İkinci adım; “kafanı suya batır ve kayganlaştır.” Neyse uzun lafın kısası, iki gün önce yine beni parmaklıklara bağladıklarında kimse bakmazken bir deneme yaptım... Langırt, kafa iğne deliğinden geçer gibi geçti. “Tamaaaam” dedim “depar alma zamanı geldi” Şimdi hadi küçüğüm, n’olur bırak çalışayım beni lafa tutma, dakikalar sayılı...


* * * * *


— Biraz kestirmişim galiba Bozo, hala uğraşıyor musun? Saat kaç oldu ya?

— Güneş doğmak üzere gözüm ve ben de yüzdüm kuyruğuna geldim sayılır. Özgürlüğün ızgara köftemsi kokusu burnumda!

— Ya gel vazgeç şu işten be Bozo. Yakalayacaklar seni yine nasıl olsa be canım abim.

— Bu sefer havalarını alırlar ufaklık… Havalarını. Ben dersimi ilk seferde aldım. Hani o beni yürüten hıyar elinden kaçırdığında. Salak gibi sallandım buralarda, “küt”, bitiverdiler ensemde. Bir daha asla küçüğüm, asla!

— Ne yani? Ne yapacaksın peki… Gidecek neren var ki?

— O bizi yürüttükleri patikayı hatırlıyor musun? Daha doğrusu ‘seni yürüttükleri’ demem lazım. Kaçma olayından beri beni yürüten falan kalmadı. İşte o patika ormanın başladığı yerde son buluyor ve benim istikametim de tam orası. Akıllarına oraya bakmak kesinlikle gelmez, baksalar bile de bulma ihtimalleri sıfır. O da hakikaten bulmak istiyorlarsa tabi, ki çok şüphem var o konuda. Neyse; diyeceğim, burdaki iki ayaklı ayı ve çakalların eline tekrar düşüp bu çöplüğe dönmektense, şansımı ormandaki dört ayaklılarla denemeyi bin kez tercih ederim.

— Yapman etmen canım abim. O orman adamı yutar, telef olursun orda. Yemek yok, başını sokacak yer yok, keskin dişli ne varsa ortalıkta, senin peşinde. Yahu biraz akıl mantık be Bozo… Bulacaklar sana da bir ev işte, kurtulacaksın günün birinde burdan be aslanım. Yapamazsın sen oralarda.

— Anlatamıyorum galiba ufaklık, “yapmak” peşinde değilim ben. Rahmetli babam anlatırdı hep bana oraları. O zaman bu zaman hep rüyalarıma girmiştir. Buz gibi ırmaklar ve dereler, güneşin ısıttığı koca kayalar. Atıyorsun kendini gölün içine, serinledikten sonra çık kayanın üstüne, ısın, sonra tekrar atla suya. Canın nereye isterse git, kovalayan durduran yok. Otlar yumuşacık ve serin, mağaralar sıcak ve güvenli ve işin en güzel tarafı... Bu şapşallardan hiçbirini bir daha görmeyeceksin. Ormandaki çakallar bana ulaşmadan bütün bunları, hepsini tek tek yaşamak istiyorum. Mevsimlerin en güzelindeyiz ve bütün arzum şu hayatı iki dolunay boyunca yaşayabilmek. Yoksa orda kariyer falan peşinde değilim, emin ol. Bana ev bulmaya gelince. Çalsınlar başlarına. Vardı işte bir evim, bak nerelerde sürünüyorum “evimin” sayesinde.

— Yahu uyku bastırdı yine be Bozocuğum. Hadi canım abim, vazgeç bu sevdadan, gel uyuyalım biraz yarın yepyeni bir gün.

— Hay ağzını öpeyim be ufaklık, tam üstüne bastın, kaldır patini. Sen yat uyu küçüğüm ve sakın artık beni merak etme olur mu tatlım…

* * * * *


— Günaydın Bozom benim… uuuuuu güneş bayağı yükselmiş bilem. Biraz dinlenebildin mi bari, avluya çıkmaya hazır mısın?

Bozo…?

BOZO???
Hikayeler
                                                                                                                 
BOBO

Bobo ile ilk tanıştığımda 2003 senesinin yaz gecesiydi. Gece kapı vuruldu, bir arkadaşımla oturuyorduk, gittim kapı deliğinden baktım, kimse yok. Tam oturduk tekrar kapı vuruldu. Bir açtım kapıyı karşımda iyi bakılmış bir sokak köpeği. Boynunda pahalı bir tasma! Eve girdi ve bir m2’lik koridora düştü bayıldı. Evet, bayıldı! Arkadaşımla kalakaldık. Kocamanda bir köpek! Evde kedim var, görse sinirden gözümü oyar.

Neyse, baktık bir yerinde bir şey yok, kapattım koridor kapısını yattık. Bu arada bütün gece gök gürültüsü gibi horladı.



Ertesi sabah, Bobo uyanmış, uslu-uslu oturuyor. Yemek verdim, “vah zavallı, kesin sahipleri sokağa atmış” diye düşündük, çok üzüldük. Bobo’yu bahçede Momo’nun yanına koyduk. Adını da Bobo koydum, bir günde öğrendi adını. Birde galiba çok dayak yemiş, sevmek için yaklaşıyorum, yere yatıyor, acıklı sesler çıkarıyor. İçimiz ezildi, yıkıldık üzüntüden.

Sonraki günler Bobo’yla maceralarımız başladı. Momo’dan nefret etti. Momo’yu günde düzenli üç posta dövüyordu. Elinden zor alıyorduk. Momo’nun kulübesi kocaman, ama Bobo bu kulübeyi kimseyle paylaşmak istemedi. Momo’yu atıyor kulübeden kendi kuruluyor içine. Ohhh gel keyfim gel. Allahtan çok sıcak bir yaz. Momo’nun üşüme durumu yok ama Bobo misafir değil, ev sahibi havalarında.

Birkaç gün sonra sevmek için yaklaştığımızda yere yatmalar, acıklı ağlamalar bitti. Kısa süre sonra kendini sevdirmeler de bitti. Günde iki kere kaçıyor, site yönetimi beni arıyor, özürler diliyorum. Milletin bahçesine girmiş, kocaman kakalar bırakıyor, bana yazılı uyarılar geliyor. İş dönüşü sokaktan, komşuların bahçesinden devamlı kaka topluyorum. Bahçeye yeni aldığımız bambu takımını da bir güzel kemirdi bu arada. Neyse…

Bahçenin etrafına kaçamasın diye ahşap bir kapı yaptırdık. Oradan da zıplıyor, kaçıyor. Artık site sınırlarında da gezmiyor, Tarabya, İstinye, Sarıyer… Künyesi de var ya! Arıyorlar gidip alıyoruz, ama öyle kolay alamazsınız Bobo’yu arabanın içine. Hırlıyor, ağzını bağlayıp sokuyoruz. Evet, anladık hayatını yaşamak istiyor. Bütün gün gezecek, bir tek karnını doyurmaya gelecek. Evi otel gibi kullanacak. Bu arada Momo şaşkın, Bobo’ya hayretler içinde bakıyor. Tabii Bobo’nun anlamadığı bir şey var, devamlı özgür bıraksak, itlaf ekibine yakalanacak ve kim bilir başına neler gelecek.

….

Bir gece Bobo tümden kaçtı. Her yerde aradık. Yok! Hiçbir yerde yok. Bir hafta sonra bir hanım geldi kapımıza. Bobo’nun onlara sığındığını, herhalde çok eziyet gördüğünü, sevmek istedikleri zaman yere yatıp acıklı-acıklı bağırdığını söyledi. Herhalde suratımda alaycı bir ifade oluşmuş, kadıncağız bakakaldı. “Eziyet mi?” dedim. “Altı aydır bakıyorum ben ona, ne eziyeti? Tatil köyü gibi geziyor, tozuyor, karnı tok, kulübesi harika, hastalandı ne şuruplar, ne antibiyotikler, birde her sinirlendiğinde üzerime hırlıyor…” “Aaa?” dedim hanım.

“ — Hırlıyor mu?”

Meğer Bobo birkaç aydır o evde takılıyormuş. Beni terk edecekmiş de yerini hazırlıyormuş. Gittim hanımın evine, zaten komşuymuşuz farkında değiliz. Bobo evin içinde keyif çatıyor. Tamam, çok güzel, problem yok. Momo’da mutlu oldu, artık günde üç posta dayak yemeyecek.

Aradan yaz geçti, duydum ki Bobo yeni ailesiyle yazlığa gitmiş. Villada kalmış, havuza girmiş. Çok sevindim. Biz tatil yapamadık ama Bobo havuzlarda.



Birkaç ay sonra; sitede yürüyorum, aaaa..? Bobo! Bir beyefendi gezdiriyor.

“Affedersiniz, bu Bobo’mu?” dedim.

Bu arada Bobo’yu sevmeye çalışıyorum, suratıma bakmıyor, tanımıyor beni. Kafasını yana çevirdi, iğrenç bir şey görmüş gibi.

“Evet” dedi, adamcağız.

Bobo onlara taşınmış. “Demek ki eski ailesinde mutlu değildi” dedi. Bakakaldım. Bobo şöyle bir baktı bana alaycı-alaycı yürüyüp gittiler.


Benden bir önceki ailesiyle görüştüm, o yere yatıp ağlamalar hemen bitmiş, kendi kafasına göre takılmak istiyormuş. Mesela tüm gün Tarabya sokaklarında cirit atmak gibi.
Sonra bir gecede ortadan yok olmuş ve bu beyefendinin evinde ortaya çıkmış. Şansımıza yine komşumuz çıktı yeni sahibi.

Kısa bir süre sonra duyuyorum ki Bobo bizim sitede başka bir villaya taşınmış. Onu gezdirirken gördüğüm adamcağızı da terk etmiş. Yeni evinde Bobo’yu görmeye gittim. Kocaman bir bahçe, kulübesi çok büyük, onu çok seven dört hanım.

Bobo her defasında daha iyi yerlere kapak attı. Benden sonra ilk kaçtığı ev onu gerçek etle besliyormuş, kuru mamayı beğenmediği için ve onlarla seyahate gitti. Bizim bahçe küçük, küçük beyi Karayipler’e seyahate götüremedik. Tüm suçumuz bu. Sonraki beyde devamlı gezdiriyordu, uzun uzun.

Yeni taşındığı evinde bahçesi çok büyük ve kulübesi de. Yeni sahibine Bobo’nun eski hayatında kesinlikle insan olduğunu düşündüğümü söyledim. Reinkarne bir köpek. Sizinle işi bittiğinde Bobo gider. Daha iyi bir ev bulduğunda toz olur. “Eğer, Bobo kaçmayı başarırsa bu sefer Tarabya sırtlarındaki lüks villalara taşınacak. Çünkü her seferinde daha iyi bir yere kapağı attı.” dedim sahibine. Bu arada Bobo’nun yanına gittim, “Oğlum” dedim, ilk önce şöyle tanımıyor gibi yapacaktı ama sonra ne düşündüyse bana bir tezahürat, bir ağlama…

Ama niye? Çünkü bahçe büyük, fakat çitle çevrilmiş, oradan kaçıp kafasına göre takılamayacak artık. Beni çıkar buradan diye bağırıyor.

“-Hadi oradan numaracı, bizler böyle güzel, çiçeklerle donatılmış bahçede oturmuyoruz. Sokaklarda ölmek mi istiyorsun, Bobo? Otur-oturduğun yerde,” dedim. Sustu ve hırladı! Etrafıma şöyle bir baktım: Dolu yemek kabı, bol oyuncak, her çeşit lükse sahip. En önemlisi çok fazla seviliyor ve ilgi görüyor...

Her gün bir sürü hayvan sahiplendirmeye çalışıyoruz. Söyler misiniz hangisi Bobo kadar şanslı? Ben biraz da Bobo’nun bu yüzden eski hayatında insan olduğu fikrine “kendi, kendime gülsem de” inanmak zorundayım. Plancı Bobo! O gece kapı vurulduğunda onu belki de ailesi terk etmemişti. Bobo onları terk etti ve her seferinde de doğru insanlara pılını-pırtını toplayıp taşındı.

Bobo halen sitemizde komşumuzun evinde keyif çatmakta. Geçen gün gidip gördüm biraz da kilo almış.

Her hayvan senin kadar şanslı olsun, Bobo !
Hikayeler
                                                                                                                 
Kedilerin Sevdiği Adam

Sonbahar geldi. Değişen mevsimle birlikte ben de işimi değiştirdim. Üzerinde fazla düşünülen her konunun yanlış karara varacağına inandığımdan, beş gün içinde eski işimden ayrılıp yenisine başladım. Son üç yıl içinde, üç farklı yerde çalıştığımdan kısa sürede uyum sağlayacağımı düşünüyorum.

Öngörüm beni yanıltmadı, ilk birkaç günden sonra hem çalışanları hem de müşterileri tanımaya başladım, ancak eskiden kalma alışkanlıkla bazen telefonları eski işyerimin adını söyleyerek açıyorum. Neyse ki bu durum ne diğer çalışanlar ne de müşteriler tarafından garipseniyor. İlerleyen günlerde, diğer çalışanların da telefonları "A Bank", "B Bank" diye açtığını görünce içim rahatlıyor. Çalışanların içinde on dördüncü bankası olan var, şube ortalaması ise beş. Böylesine değişken bir iş yaşamı içinde, herkes, doğal olarak son durağını karıştırıyor. Çalışanlar, büyük bir rahatlıkla, eski bankalarının kendilerini andığını; orada da çok sevilen birisiyken, araya önemli kişiler konularak buraya transfer edildiğini anlatıyor. Devşirme ekibin üzerinde anlaştığı tek ilke: "Bugün burada çalışıyorum ama yarın bir lira fazla maaş veren olursa düşünmem, giderim." Biçiminde özetlenebilir. İşle ilgili konuşmalarda hep aynı cümleler geçiyor : Ben mi kurtaracağım şubeyi; Ne kadar ekmek o kadar köfte; Akşam altı, sabah dokuz, hafta sonu biz yokuz. Çekmeceler yarı boş, gönüller açık. Herkes, kendilerini çağıracak yeni bir sesin peşinden koşmaya hazır.

İnsanları gözlemlerken, şubenin önünde toplanan kediler dikkatimi çekiyor. Büyüklü, küçüklü, sarman, tekir, kara kediler şubenin önünde volta atıp, gelene geçene yan gözle bakıyorlar. Müşteriler, ancak kedilerin içinden geçerek şubeye girebiliyor. Müşteri bolluğunu anlamak kolay: Yüksek faizler, televizyon reklamları... Peki ya kediler ?

Şubede kadın çalışanlar erkeklerden fazla. Erkek nüfusu dört kişi görünse de güvenlik görevlimiz sürekli şubeyi bırakıp yandaki altılı ganyan bayisinde at yarışı oynamaya gittiğinden, şubede üç erkek kalıyoruz. O da arada bir kayboluyor. Arabaya bakayım, bakkala gideyim derken iki kişiye düşüyoruz. Bir ay içinde, onun kaçamakları ile şube önünde bekleşen kediler arasıdaki bağlantıyı fark ediyorum.

Bir öğle arasında, olanı biteni anlamak üzere dışarı çıkıp, uzaktan onu izlemeye başlıyorum. Kendini bekleyen kedilerle birlikte arkadaki bakkala gidip, yiyecek alıyor. Kediler, yemeklerini yerken arabasından çıkarttığı mamaları da bir kağıdın üzerine döküp yanlarına çömeliyor. Kulağım dışarıda, bir işim varmış gibi bakkala giriyorum. Dinlerken, kedilerin hepsine bir ad taktığını fark ediyorum: Çöplük güzeli, balerin, kokarca, zilli, çıplak kral gibi onlarcası. Bakkaldan çıkarken göz göze geliyoruz.
Şaşırıyorum: şubenin içindeki soğuk ve yılgın bakışlardan eser yok. Gözlerinin içi gülüyor. Kediler diyor, acıkmış. Yemeklerinin bitmesini beklemem gerek. Eğer yemekleri bitmeden yanlarından ayrılırsa, bazıları peşinden geliyor ve yemeklerini kaptırıyorlarmış. Biz konuşurken kediler, arada bir başlarını yemeklerinden ayırıp, ışıldayan gözlerle ona bakıyorlar.

Yeni işimin kırkıncı gününde, tam işe alışmışken, devlet bankaya el koyuyor. Şube, bir an önce paralarını almak isteyen sinirli insanlarla dolu. Sürekli kavga çıkıyor. Daha önce bize pasta börek yapıp getiren teyzeler, şimdi bizlerden "hırsızlar" diye söz ediyorlar. Elbette, işittiğimiz sözlerde, bankaya el konulduğu gün, patronunun elinde para çuvallarıyla bankayı terk ederken, güvenlik kameralarına yansıyan görüntüsünün de küçük bir payı var. Bu kargaşadan kendimi kurtardıkça, onu izliyorum. Batan paralar, bağıran insanlar, hiçbirisi umurunda değil. Kalabalığın içinden geçip şubenin kapısındaki müşterileri uyarıyor:

- Kapının önünü kapatmayın, biraz güneş girsin içeri.

Gülerek ona takılıyorum:

- Ne güneşi girecekmiş bu havada ?

Açılan kalabalığın arkasından derin bir soluk alıp, of çekiyor.

Çalışanların işten çıkartılmayacaklarının açıklanması ve maaşların devlet tarafından ödeneceğinin anlaşılması ile şube eski günlerine dönüyor. Ama küçük bir fark ile : Bu seferki tabloda müşteriler ve iş yok. Şube boş, herkes günde ortalama beş gazete okuyor. Kariyer umudu giderek azalan orta yaş grubu, güvenlik görevlisinin kendinden emin hareketlerine inanıp, ortak para ile at yarışı oynuyor. Ben de üzerinde otuz gün çalıştığım iki yüz sayfalık kredi paketini sabah kuryesi ile gönderdikten birkaç saat sonra öğlen kuryesi ile geri alıp, üzerindeki "uygun değildir" yazısını gördüğümden beri bir işle uğraşmıyorum.

Bu arada devlet başka bankalara da el koyup, batık bankaları birleştirme kararı alıyor. Müdür, altındakilere, çatının bizim bankamız olacağını anlatırken, kapı önüne yanaşan bir kamyonetten iki usta inerek tabelamızı sökmeye başlıyor. Hepimiz merak içinde dışarı çıkıp, devletin sınırlı kaynakları ile hazırladığı bez afişten yeni bankamızın adını öğreniyoruz. Müdür, acilen çalışanları toplantıya çağırıp, bizleri uyarıyor:

- Bundan sonra telefonları "... Bank" diye açacaksınız.

Diğerleri de eski bankanın adına zaten bir türlü alışamadıklarını, yeni adın kulaklara daha hoş geldiğini söyleyerek, müdüre destek veriyor.

En başta çalışanların işten çıkartılmayacağı söylense de ilerleyen ayların gelişmeleri farklı oluyor. Kapı önlerinde fısıldaşmalar, alçak sesle konuşmalar artıyor. Herkes tanıdıklarını devreye sokarak kendini kurtarma derdine düşüyor ama sayımız her geçen gün azalıyor. Her Cuma akşamı gelen bir yazının ardından, müdür temizlikçiyi pastaneye gönderip, bir pasta aldırıyor. İşten çıkartılan kişi ağlayarak masasını toplarken, bizler bir yandan kestaneli pasta yiyor diğer yandan, müdürün anlamsız konuşmasını dinliyoruz. Herkesin yüzünde hüzünlü, garip bir huzur var. Bunların yaşamın doğal aşamaları olduğunu söyleyen müdürün yüzü, uykusuzluk ve işinden olacağı korkusuyla çıkan sivilceler yüzünden tanınmaz hale gelmiş durumda. İşten ayrılan kişi ise tuvalete gidip yüzümü yıkayım diyerek yanımızdan ayrılıyor. Ancak tuvaletin ince duvarından duyduklarımız farklı: Yolcu, son bir deneme ile hatırı sayılır yakınlarını arayarak, müdürün kendisini attırdığını, diğer çalışanların daha yüksek yerde tanıdıkları olduğunu söyleyerek kendi torpillerine verip veriştiriyor.

Gişe çalışanları, müdürün sıralamasına göre teker teker işten çıkartılıyor. Kalanlardan birisinin de müşteri hesaplarından kendi hesaplarına para aktardığı ortaya çıkınca gişede çalışacak kişi kalmıyor. Olayı soruşturmak üzere şubemize gelen müfettişler, bu olayın sıradan bir olay olduğunu, bankada çok daha profesyonel soygunlar olduğunu örneklerle anlatınca hepimiz rahatlıyoruz.

Bahar ayının başında, isteyenlerin haklarını alarak ayrılabileceği söylenince ben de masamı toplamaya başlıyorum. Arkada kalanlar, su alan gemilerinden bir yük daha ayrıldığı için mutlu. Bir kişi dışında. Herkesle vedalaşıp kapının ardında bekleşen kedilerin yanına geliyorum. Bahar güneşi ile birlikte içim ısınıyor. Kedileri sevmek için eğilip onların hizasından şubeye bakınca, kapı ile güvenlik masasının arasındaki küçük aralıktan onu görüyorum. Gülerek dışarı geliyor:
Hikayeler
                                                                                                                 
Balıkçı'nın Kedisi -1-

Edi, annesini hiç tanımamıştı. Onu sokakta, bir duvarın dibinde kardeşi Büdü’yle birlikte bulan yaşlı balıkçı da bilmiyordu bu tekir yavruların annelerini. İki minik yavru görmüştü bir duvarın dibinde yaşlı bir adam olan Balıkçı. Birkaç çocuk başlarında durmuş merakla onları izliyorlardı. Yeni gözleri açılmıştı yavruların. Bu zavallıların birilerince sokağa bırakıldığını anlayan balıkçı onları alıp evine getirdi. İkisi de açlıktan durmadan miyavlıyordu. Onları beslemek için bir şırınga bulup, köyde ineği olan birinden de süt aldı Balıkçı. Yavruların ağzına şırıngayla süt akıtarak karınlarını doyurdu. Erkeğine Edi, dişi olanına da Büdü adını taktı. Edi’yle Büdü’yü dışarı çıkmasınlar diye büyükçe bir ambalaj kutusuna koydu.

Balıkçı yalnız yaşıyordu. Eşi ölmüş, tek kızı da evlenip başka bir köye gelin gitmişti. Kendi yemeğini yapar, çamaşırını elinde yıkar, yer yatağını her gün kendisi serer, kendisi kaldırırdı. Ağlarını akşamdan atar, sabahları erkenden kalkarak gider ve toplardı. Topladığı ağlarını gelip köyün rıhtımına yanaştırdığı kayığında oturup temizlerdi. Ağlardan temizlediği balıklarını köye gelen yabancılara satar ya da ilçe balıkhanesine gönderirdi. Ondan sonra da eve gelip ilkin yavrularının sonra da kendisinin karnını doyururdu. Onların karınlarını doyurduktan sonra uzun süre yavrularla oynar ya da onların oyunlarını izlerdi. Birkaç tane küçük plastik top almıştı köyün bakkalından onlar oynasın diye.

Yavrular öylesine güzeldi ki, büyüdükçe komşularının dikkatini çeker olmuşlardı. Balıkçının kendisine komşu olarak oturan amcasının kızı yavrulardan birini istedi. Balıkçı bu iki yavruyu ayırmak istemiyordu. Zaten annesiz büyüyorlardı, şimdi de kardeşsiz mi kalacaklar, kötü bir durum bu diye düşündü. Sonradan kız kardeşinin küçük oğlunun yalvarmalarına dayanamayıp, dişi olan Büdü’yü onlara verdi.

“Evlerimiz yan yana olduğu için yavrular birbirlerini her zaman görürler, ben onları buluştururum, sen kaygılanma dayı” demişti küçük oğlan. Bu da yavruları çok seven yaşlı adamın aklına yatmıştı.

Kısa zamanda Büdü’nün bir dahaki yıla büyüyüp doğuracağını biliyordu. Doğum sonrası kalabalıklaşınca bakımı zor olur diye düşünüp onu vermişti küçük oğlana; yoksa yavrulardan ikisini de çok seviyordu. Büdü’yü verdiğinin ertesi günü gözleri onu aramıştı. Edi de yalnızlığı yadırgamıştı ama Balıkçı onunla oynayıp bu durumu unutmasını sağlamıştı. Zaten yeğeni küçük Ünal söz verdiği gibi, kucağında Büdü’yle ilk günlerde sürekli gelip iki kardeşin birlikte oynamalarını sağlamıştı.

Edi üç aylık olduğunda balıkçının arkasına düşüp dışarı çıkmak istemişti. Dışarıları merak ediyordu. Pencerelerden bakıp, kendisinin yaşadığı bu küçük kerpiç evin dışında başka bir dünya olduğunu görüyordu. Balıkçı kapıdan çıktığında o da dışarıya fırlamıştı. Yaşlı adam onu içeriye sokmuş, ancak o, ağlarcasına miyavlamaya başlamıştı sahibinin arkasından. Balıkçı acıma duygusu çok olan bir adamdı. Kapıyı açıp yavruyu kucağına almış bir süre onunla insanmışçasına konuşup, Edi’yi sevmişti. Sonra içeriye bırakıp kapıyı kapattığında yeniden ağlamaya başlamıştı Edi. Balıkçı Edi’yi kapıdan dışarıya çıkarıp: “Ben gelinceye kadar buralarda gez bakalım” deyip onu sokakta bırakmıştı.

Balıkçı’nın evinin önünde Arap adında çok kocaman bir köpek dururdu hep. Bir zamanlar çoban köpeği olan Arap’ın sahibi dağdaki keçi sürülerini satmıştı. Köpek de dağlarda kendisi için iş kalmadığından köye gelip sahibinin komşusu olan Balıkçı’nın evinin önünde yatıp kalkmaya başlamıştı. Balıkçı ona kendisi için ayıkladığı balıkların bağırsaklarını, ara sıra da ekmek ve yemek artıklarını verirdi. Çok iri ve güçlü olan bu köpek kimseye zarar vermezdi. Edi, sahibi gez bakalım buralarda deyip kapının önüne bıraktığında Arap’ı ilk kez gördü ve çok korktu. Yatmış uyumakta olan kocaman köpeğe korkuyla bakıp,”bu uyanınca beni yer” diye düşünüp sahibinin arkasından kahvehanelere doğru koşmaya başladı. Balıkçı köy kahvelerine yaklaştığında köyün çocuklarından biri:

“Ne güzel bir kedi bu” deyip onu kucağına almak istediğinde Edi’nin bağırarak çocuktan kaçmasıyla Balıkçı arkasına dönüp bakmıştı. Bağıranın kendi kedisi olduğunu görüp şaşırdı. Edi de çocuktan kaçıp gelmiş ve balıkçının paçalarına sürtünmeye başlamıştı.

“Bu kedi senin mi Hüseyin aga?” diye sordu çocuk.

“Benim” diye yanıtladı onu Balıkçı.

“Bana verir misin onu?”

“Veremem”

“Niye, ben daha iyi bakarım ona?”

“Belki daha iyi bakarsın ama bana alıştı gördüğün gibi. Sen sevmek istediğinde de korkup ayaklarımın dibine sığındı.”

“Adı ne onun?”

“Edi.”

“Ne biçim ad o öyle, ‘kedi’ gibi?”

“Bu da kedi zaten” diyen Balıkçı kucağına aldığı kedisiyle kahvehanelere doğru yürüdü.

Fena alışmıştı Edi Balıkçının arkasından gitmeye. Sahibiyle kahvehanelere kadar gidiyor, onun oturduğu masaların altına uzanıp yatıyordu. Kahvehanedekiler rahat verse saatlerce sahibinin ayakları dibinde tembel tembel yatıp uyuyacaktı. Rahat vermiyorlardı onu orada uzanıp yatmış görenler. Önüne bir ip atıp küçük kediyi kandırıyorlar ve masanın altından çıkarıp onunla oynuyorlardı. Kahvehanedeki kedi severlerin eğlencesi olmuştu o.

Bir gün evden çıkıp, yine Balıkçıyla kahvehanelere gitmeye hazırlanırken kardeşi Büdü’yü gördü komşularının kapısının önünde. Balıkçı da Büdü’yü görmüştü. Gidip onu kucağına aldı ve bir süre severek yere bıraktı. Edi’ye dönüp:

“Bugün de kardeşinle oyna burada bakalım” dedi.

Edi sanki sahibinin ona söylediğini anlamıştı. Gidip kardeşine sürtünmeye başladı. İki kardeş kendilerinden geçercesine oynamaya, hoplayıp zıplamaya başlamışlardı. Edi aradan biraz zaman geçmişti ki Arap’ın ayağa kalkıp silkelendiğini gördü. Ne korkunç şey bu böyle diye düşündü. Kardeşi Büdü de aynı şeyi düşünmüştü. İki kardeş korkudan duvarın dibine büzülerek Arap’ın kendilerini bir lokmada yutacağından korkarak beklediler. Tir tir titriyordu Edi’yle Büdü. Arap onlara doğru bir adım attığında küçücük yürekleri durur gibi oldu. Dünyaya doyamadan bu koca çoban köpeğinin dişlerinin arasında ölüp gideceklerdi. Hele Arap, kendilerinin üzerine, o korkunç sesiyle havlayarak, yıldırım hızıyla geldiğinde ikisi de korkudan ölüme teslim etmişlerdi kendilerini. Yani, ölmeden mezara girmiş gibiydiler. Edi ne de olsa erkek olduğu için tüm korkusuna karşın kardeşinden daha cesur görünmek istiyordu ama ikisinin tek farkı Büdü öldüğünü kabul ederek gözlerini tamamen kapatmış Edi nasıl öldüğünü görebilmek için yarım açık tutup bakabilmişti. Arap’ın kendilerine değil de arkalarına doğru saldırdığını görünce o yana doğru baktı. Sivri dişlerini göstererek kendilerine doğru gelen bir köpek gördü. Arap onu ensesinden yakalayarak birkaç kez havada salladı ve yere bıraktı. Köpek ciyak ciyak bağırarak öyle bir kaçtı ki, arkasından kurşun atsalar yetişmezdi.


Büdü ne oluyor, niye bizi halen yutmadı bu Arap köpek diye düşünüp açtı gözlerini. Yıldırım gibi kaçan köpeği o da gördü. Gözleri Arap’ı aradı; o, hiçbir şey olmamış gibi eski yerine doğru gidip uzandı ve yattı. Arap bizi yiyecek diye bekleyen yavrular, onun kendilerini kurtardığını görünce çok şaşırmışlar ve bir o kadar da sevinmişlerdi. Gelen sarı köpek aç kaldığında ne bulursa yiyen cinsten bir hayvandı. Dağlarda yaşar, köye tavuk ve kedi yavrusu bulup yemek için gelirdi. Ona da bakan, karnını doyuran olsaydı böyle şeyler yapmazdı ama toplum tarafından itilmiş, horlanmış, çocuklarca taşlanmış, o da kızgınlıkla dağlara çekilmiş, civciv ve kedi yavrularını çalarak, aklınca, hem insanlardan öcünü alıyor, hem de karnını doyuruyordu.

Edi kendilerini kurtaran Arap’a doğru yaklaştı. Yine de bir korku vardı içinde, ama ona bir biçimde teşekkür etmek istiyordu. Kardeşi Büdü de kardeşini izledi o, Arap’ın yanına giderken. Edi biraz da kardeşine gösteriş yapmak istedi ve ne olursa olsun deyip Arap’ın yanına gidip ona yavaşça sürtündü. Koca köpek bu minik kedinin yaptığından hoşlanmıştı. Ağzını açarak güler gibi bir ses çıkardı. Daha sonra da, yanına gelip kendisine sürtünen iki yavruya burnunu sürterek karşılık verdi. Edi bundan yüz bulmuş, Arap’ın karnına yaslanıp yatınca kardeşi de aynı şeyi yaptı. Biraz sonra da koca köpeğin yumuşak tüylerinin arasında derin bir uykuya daldılar iki kardeş. Gittiğinden iki saat sonra evine dönen Balıkçı onları o halde görünce çok şaşırdı. Yavruları yavaşça kucağına alıp Büdü’yü amcasının kızına bırakıp Edi’yi kendi evine götürdü.

Edi altı yedi aylık kadar olmuştu. İrileşmişti. Havaların soğuk olduğu bir akşam üşüyüp uyandı. Balıkçının eski kerpiç evinde rüzgâr bir yandan girer öbür yandan çıkardı. Balıkçıya baktı yorganı başına çekmiş uyuyordu. Onun da kendisi gibi üşüdüğü yorgana sarınmasından belliydi. Edi yavaşça kalkıp Balıkçı’nın yanına gitti. Yorganı aralayıp yatağa girdi; sahibinin sırtına kendi sırtını dayayıp yattı. Hem kendisi ısınmıştı hem de yaşlı balıkçı. O geceden sonra ikisi hep birlikte yattılar, ta ki yaz gelene kadar.

Bu arada Büdü’nün, aynı kendisine benzeyen dört yavrusu olmuştu. Edi sık sık onların yanına gider biraz büyüyüp oynama başlayan yeğenleriyle güzel vakit geçirirdi. Annelerini bırakır kendisiyle oynardı yavrular. Anneleri onları yalayıp temizlemekten, karınlarını doyurmaktan yorgun düşerdi; dayıları olan Edi’nin böyle dertleri yoktu. Ayrıca, Büdü anne olduktan sonra biraz değişmiş daha ağır başlı olmuştu, çocuklarıyla oynamak onun tuhafına gidiyordu. Edi’nin bu oyun konusundaki tek yakınması, Balıkçı’nın amcakızının oğlu Ünal’dan kendisine oyun sırasının çok az gelmesiydi. Çocuk kedi yavrularıyla oynamaya başladığında karnının açlığını unutur, annesi zorla sofraya oturturdu onu.

Kış geçmiş köye bahar gelmişti. Baştan çağlalar çiçek açtı, ondan sonra da sırayla diğer ağaçlar çiçeklendi. Mis gibi kokuyordu bahçeler. Bu köyün baharına bayılmıştı Edi. Bir de denizi kirli olmasa derdi kendi kendine. Bu deniz kirliliğini de sahibi yaşlı Balıkçı’nın yakınmalarından öğrenmişti. Adamcağız, artık balığın az çıkmasından, türlerinin giderek yok olmasından yakınırdı.

“Tüm doğa kirleniyor ama en çok deniz zarar görüyor bu kirlilikten” derdi.

Gençliğinde çıkan balıkların bolluğundan ve çok çeşitliliğinden söz ederdi Edi’ye. O kadar çok söylemişti ki bunları, insanların söylediklerini anlamayan Edi, Balıkçı’nın yüzüne bakıp onun üzüntülü konuşmalarını anlar duruma gelmişti. Bir de konuşabilse; Balıkçı’yı ne kadar çok sevdiğini söyleyecekti ama bunu bir türlü başaramıyor, yalnızca sesini birkaç kez boğumlayarak miyavlıyordu sahibine. . .

Bir sabah, sahibinin hava alması için açık bıraktığı pencereden, asma ağacına atlayıp oradan da aşağıya indi. İskelenin yolunu tuttu. Orada çevreye bakındı Balıkçı’yı göremedi. Bekleyip, balıktan geldiğinde onu karşılamaya karar verdi. Sahibinin açık mavi renkli sandalını tanıyordu. Rıhtımda bir süre eğlendi. Sonunda Balıkçı’nın sandalıyla rıhtıma doğru geldiğini gördü. Edi’yi görünce şaşırmıştı yaşlı adam. Diğer kediler çok para etmeyen balıkları kendilerine attığı için balıkçıyı tanırlar, o gelirken rıhtıma koşarlardı. Edi’nin payını eve götürdüğü için onun gelmesine gerek yoktu rıhtıma.

“Senin ne işin var burada?” diye sordu ona. Sesini birkaç kez boğumlayarak yanıtladı onu Edi:

“Seni görmek için geldim” demek istiyordu sözde. Sandalını rıhtıma bağlayan Balıkçı sevgili kedisini sandala alıp onu kürek çektiği oturağın üzerine oturttu. Diğer kediler Balıkçı’yı çok sevmelerine karşın, içlerinden birini sandalına almasına biraz kırılmışlardı. Kendilerini de alıp oraya oturtmasını çok istiyorlardı. Ancak, tanımadıkları bu tekir kedinin yaşlı adamla birbirlerini ne denli sevdiklerini; onların kış boyunca koyun koyuna yatıp birbirlerini ısıttıklarını bilmiyorlardı. Balıkçı tüm kedilere izmarit, ispari, lapina gibi az para eden balıklardan bolca attı. Tekir, istavrit gibi küçük ve bugün ağlarına takılan bir karagöz iki de büyük mezgiti rıhtımda ağlarını temizlemesini bekleyen alıcılarına sattı. Bu arada Edi’ye bir şey kalmamıştı. Kedicik üzülmüştü, öyle çok seviyordu ki balığı, ne kadar çok yese de tadına doyamıyordu. Her gün dört gözle sahibinin koltuğunun altında balık tablasıyla eve gelişini beklerdi. Balıkçı hem kendi yiyeceği balıkları, hem de Edi’nin payını koltuğunun altında bir tablayla her sabah eve getirirdi. Çok kez Büdü’ye de verirdi tuttuğu balıklardan.

Bugün niye böyle yaptı Balıkçı diye düşünüyordu Edi. Yaşlı adam ilkin kedisini rıhtıma çıkarıp arkasından da kendisi çıkarken, güvertenin altından bir tabla çekip çıkardı. Kendisi çıkmadan rıhtıma bıraktığı kabın içerisinde iri iskorpitler vardı. Balıkçı bunların çorbasını çok severdi. Zehirli dikenleri olduğu için iskorpitleri güzelce bir tulum çıkarır, dikenlerini çöpe atar bağırsaklarını Arap’a verirdi. Çakısıyla löp etlerinden kestiği birkaç parçayı Edi’ye, onun balık ayıkladığını görüp gelmişse eğer Büdü’ ye de bu beyaz etlerden bolca verirdi. . .

Eve gidip, Edi, Büdü, Arap ve daha sonra da Balıkçı, karınlarını bir güzel doyurdular iskorpitlerle. Kayığa binmek Edi’nin çok hoşuna gitmişti. Birkaç gün sabahları erkenden kalkıp Balıkçı denizden ağlarını kaldırmaya giderken o da peşine takılıp sandala atladı. Geç kaldığı bir sabah yine Balıkçı’yı rıhtımda beklemeye gitti. Rıhtımda canı sıkılıp iskeleye doğru yürüdü. En ucuna kadar gidip orada beklemeye karar verdi sahibini. İskelenin en ucundaki babaların yanına gidip birinin üstüne çıkarak oturdu. Edi, Balıkçı’nın gelecek olduğu yöne doğru bakarken yaramaz bir çocuğun itmesiyle denize düştü. Çok korkmuştu. O güne değin hiç girmemişti denize, nasıl yüzülür bilmiyordu. Çocuk onu denize ittiğinde biraz derine doğru inmiş, daha sonra da çabalayarak suyun yüzüne çıkmıştı. Ayaklarını oynattıkça ileri doğru gitmeye başladı. Çok rahat yüzebiliyordu. Biraz üşümüştü ama boğulmadan kıyıya değin yüzebildiğine sevinmişti. Rıhtıma kadar gittiğinde iyilik seven bir adam onu sudan alıp rıhtıma koymuştu. Çocuğa bağırıp azarladı yaptığı bu kötü davranıştan dolayı adam, Edi kendisine bunu yapanın kim olduğunu anlamak için baktığında, yavruyken onu sahibinden isteyen Zıpır Ali olduğunu gördü. Kıskançlıktan yaptı demek Balıkçı beni ona vermeyince diye düşündü. . .

Yazın Edi’yi ağ kaldırmaya giderken sürekli götüren Balıkçı, havalar soğuyalıdan beri onu yanında götürmüyordu. O da çok erken kalkmayıp balıkçının geleceği saatlerde iskeleye iniyordu. O gün hava çok sertti. Fırtınaya yakın bir poyraz, Edi’yi iliklerine dek üşütmüştü. Nasıl olsa biraz sonra gelecek diye rıhtımdaki teknelerin bağlandığı bir babanın siperinde bekliyordu. Her zamanki geliş saati geçtiği halde yine gelmemişti Balıkçı. Havanın sert olduğunu göz önünde bulundurup onun gecikmesinin doğallığına karar verdi Edi. Bir süre daha meraklanmadan bekledi. Yine gelmemişti yaşlı adam. Nerede kalmış olabilirdi ki?

Öğle olduğu halde gelmemesi Balıkçı’yı tanıyanları telaşlandırmıştı. Amcakızının oğlu Ünal, diğer balıkçılara soruyordu dayısını görüp görmediklerini. Biri görmüştü içlerinde. Dip ağlarından biri takılmış, onu kurtarmak için uğraşıyormuş Balıkçı, adamın söylediğine göre. Adamın yardım önerisine karşılık, da, “ben hallederim sen git,” deyip onu yolundan alıkoymamıştı.

Akşam olduğunda da onun gelmediğini gören diğer balıkçılar birkaç kayıkla birlikte onu aramaya gittiler. Döndüklerinde ne kendisini ne de sandalını bulabildiklerini söylediler. O gece sabaha dek iskelede soğuktan tir tir titreyerek bekledi sahibini Edi. Sabahın ilk ışıklarında da umudunu kesip, yorgun ve uykusuz, Balıkçı’yla birlikte yaşadığı eski kerpiç evlerine döndü.
Hikayeler
                                                                                                                 
Balıkçı'nın Kedisi - II -

Balıkçı’nın o saatten sonra eve dönmeyeceğini düşünen Edi eski kerpiç evlerine döndüğünde çok üzgündü. Yaşlı Balıkçı olmadan ne yapardı o. Evde yalnız kalmak canını çok sıktığı için yandaki binada oturan Büdü’yü çağırmak üzere dışarıya çıktı. Birkaç miyavlamadan sonra kardeşinin sesini duyan Büdü inmişti aşağıya. Üstelik de büyümeye başlamış olan iki yavrusuyla. Büdü’nün diğer iki yavrusunu kedi sever komşuları annesi gibi akıllı olurlar diye isteyip almışlardı.

O gün Büdü ve iki yavrusuyla güzel vakit geçiren Edi, dostu Balıkçı’yı unutmuş gibiydi. Kardeşinden ve yeğenlerinden ayrılmak zorunda kaldı karanlık basınca. Evde, sanki kahveden gelecekmiş gibi Balıkçı’yı bir süre bekledi. Karnı da acıkmaya başlamıştı. O gece sabaha dek doğru dürüst uyumadı açlıktan.

Sabah olduğunda ilk işi iskeleye inmek oldu. Umudunu yitirmek üzere olduğu Balıkçı’dan belki haber alabilirim diye düşünüyordu. Bir de, diğer balıkçıların kedilere attığı balıklardan bir iki tane kapıp, karnını doyurabileceğini sanıyordu. Erken gittiği için ağlarını toplayıp rıhtıma dönen balıkçı olmamıştı daha. Ama kendisi gibi erken gelen kediler vardı. Edi’yi görünce çıkardıkları bazı seslerle onun gelişinden memnun olmadıkları anlaşılıyordu. Edi bir kıyıya büzülmesine karşın, onu Balıkçı’dan en çok kıskanan sarı beyaz renkli, iri bir kedi gelip başına dikildi. Edi kavgaya tutuştuklarında ondan iyi bir dayak yiyeceğini bildiği için iyice büzülmüş, yalvarırcasına yanına gelen kedi azmanına bakıyordu. Diğer kediler de onları izlemek, Edi’nin yiyeceği dayağı görüp zevk almak için bekliyorlardı.

Olan olmuştu. Edi’nin bir kıyıda büzülmesi, iri kedinin yüzüne yalvarırcasına bakması işe yaramamıştı. Yaşamında ilk kez dayak yiyordu. İri kedinin tırmıkları yetmiyormuş gibi, diğer kediler de fırsat buldukça sağdan soldan tırmıklıyorlardı Edi’yi. Çünkü hepsi Balıkçı’nın ona karşı duyduğu sevgiyi kıskanıyorlardı. Hiç biri herhangi bir balıkçının sandalına binip, onunla birlikte denizde gezi yapmamıştı. Ama Edi’nin bir suçu yoktu ki bunda?

Balıkçı kayıklarının seslerinin duyulmasıyla Edi dayaktan kurtulmuştu. Hepsi rıhtıma toplanan kediler onu şimdilik unutmuşlardı. Ağlarını rıhtımda temizleyen balıkçıların attıkları balıkları kapıp yiyen kedileri gördükçe ağzının suları akıyordu Edi’nin. Karnı iyice acıkmıştı. Ağlar temizlenip, kedilere atılan balık kalmayınca da umudu iyice bitmiş ve birkaç yerinden akan kanların kurumasıyla iki renk çıktığı eve üç renk olarak dönüyordu.

Evin önüne giden Edi, Arap’ı uykudan uyanmış, gerinirken gördü. Gerindikten sonra da silkelendi köpek. Çevresine bakarken üzerinde kan kurularıyla gelen Edi’yi gördü. Çok az yaptığı şeyi yineleyerek gök gürültüsünü andıran sesiyle birkaç kez havladı. Bu onun kızdığını gösterirdi. Çok sakin bir köpek olmasına karşın, kızınca hep böyle yapar, gök gürültüsünü andıran sesiyle havlardı. Edi yanına yaklaşınca göz göze geldiler. İkisinin gözlerinde de sevgi şimşekleri çaktı. O ana dek kendini tutan Edi’nin gözlerinde iki damla yaş belirdi.

Koca köpek Edi’yi bir süre yalayıp kanlarını temizledikten sonra, onu iki ön ayağının arasına yatırmış, sanki küçük çocuğunu kucaklamış, sevgi dolu bir baba gibi bağrına basmıştı. Sabaha dek açlıktan ve Balıkçı’nın üzüntüsünden uyuyamayan Edi, bu sevgi sıcaklığıyla bir an açlığını unutup uykuya dalmıştı. Sahibi, elinde büyük bir parça ekmekle kapıya çıktığında Arap bunun kendisi için olduğunu anlamıştı. Yavaşça sağ ön bacağını çekerek başını yere bıraktı Edi’nin ve gidip sahibinden ekmek parçasını aldı. Yarısından fazlasını yedi, karnı tam doymamıştı ama kalanını da Edi’ye bıraktı. Onun aç olduğunu çok iyi biliyordu. Balıkçı’nın dönmediği sabahtan beri onun hiçbir şey yiyemediğini, üstündeki kanların kapacağı bir tek balık için olduğunu da biliyordu.

Ertesi gün sokaklarda, belki birileri yemek artıklarını dökmüştür diye gezerken hiç ummadığı bir şey geldi başına. Sırtına gelen bir taşla havalanıp, bir kez de yuvarlanmıştı. Ne olduğunu anlamak için baktığında da Zıpır Ali’nin kendisine ikinci taşı atmak için hazırlandığını gördü. Bir yandan da hem Balıkçı’ya hem de Edi’ye sövüyordu Zıpır Ali:

“Namusuz kedi seni. Namusuz balıkçının namusuz kedisi. Madem benim olmadın, ben de seni kimseye yar etmem. Öldüreyim de gör sen. . . Al sana” deyip savurduğu taş, Edi çevik davranıp kenara sıçramasaydı tam başına gelecekti. O hızla ve o büyüklükteki taş gerçekten öldürebilirdi zavallı kediyi. Edi, tüm gücüyle koşarak oradan uzaklaştı. Diğer kedilerin kıskançlığı derken bir de bu Zıpır Ali’ninki çıkmıştı başına. Bir yandan koşup bir yandan da içinde bulunduğu bu durumda ne yapacağını düşünüyordu Edi.

Kardeşi durumu bildiği halde kendisinden artırıp yiyecek bir şeyler getirmiyordu ona. Büdü, sahibinin verdiği yiyeceklerden bir kısmını Edi için saklamak istese de, büyümekte olan yavruları ayırdıklarını yiyorlardı. Ünal da yanlarındaki binada aç bir kedi olduğunu bir türlü düşünemiyordu. Üçüncü akşam yine aç ve yalnız yatacaktı Edi. Boş yatağa dalgın gözlerle bakıp Balıkçı’yı anımsıyor ve hüzünleniyordu. Uykusuzluğa daha fazla dayanamayıp gözlerini kapadı.

Balıkçı gelmediği için onun yakın arkadaşlarından biri Edi’ye sahip çıkmıştı. Onu evine götürüp eşine tanıttıktan sonra, karnını ciğerle doyurdu. Adam Balıkçıdan da cömertti. Sabah balıktan gelişlerinde en güzel balıkları ona verip kalanını satıyordu. Ağ toplamaya giderken onu da yanında götürüyordu. Evin çocuğu kucağından indirmiyordu Edi’yi. Çok mutluydu kedicik. Yeni sahipleri de onu en az eski sahibi Balıkçı kadar seviyorlardı. Bu mutluluk çok uzun sürmedi. Rüyalar ne kadar uzun sürebilirdi ki? Bir sıçanın tıkırtısıyla uyanmıştı Edi. Gördüğünün rüya olduğuna çok üzülmüştü. Bu rüyasını bozan sıçanın arkasına düştü. Hem karnını doyuracaktı ve hem de bu güzel rüyasını bozan sıçandan öcünü alacaktı. Çatıya çıktı, sabah olduğunda hâlâ peşinde koşuyordu. Tüm uğraşına karşın yakalayamamıştı sıçanı. Daha sonra da bir yerlere saklanan sıçan kurtulmuştu Edi’nin pençelerinden.

Bir yandan uykusuzluk bir yandan açlık, yavaş yavaş halsizleştiriyordu Edi’yi. Kendisinin sıçan falan yakalayamayacağına iyice inandıktan sonra iskeleye gitmeye karar verdi yine. Bir iki balık kapıp karnını doyurmaktan başka çare yoktu. Belki gece rüyasında gördüğü adama da rastlarım diye düşündü. Rüyasının gerçek olabileceğini umuyordu. Balıkçı’nın yakın dostu olan bu adam, Edi onunla birlikte kahveye gittiğinde kendisini birkaç kere sevmişti.

Yine balıkçılar dönmeden gitmişti rıhtıma. Kendisini döven iri kedi ve onunla birlikte birkaçı daha gelmişlerdi. Gidip yakındaki bir palamar taşının* arkasına saklandı. Gözleri Balıkçı’yla birçok kez birlikte dolaştığı denize bakıp daldı. Süt liman dedikleri bir hava vardı. Balıkçılar, deniz böyle süt limanlık olduğunda, onu tanımlarlarken: “karınca su içer” derlerdi. Edi kendisini ilk kez denize atan Zıpır Ali’yi düşündü. Ne isterdi bu çocuk zavallı hayvanlardan. Acaba annesi, babası onu çok mu dövüyorlar da bize böyle düşmanlık yapıyor diye düşündü Edi.

İkinci kez atılmıştı denize Edi. Buna atılmak da denilemezdi pek. Çok sıcak bir yaz günü, pek denize girmeyen yaşlı Balıkçı o gün soyunup yüzmeye başladığında ona bakıp miyavlamıştı Edi.

“Sende mi yüzmek istiyorsun yoksa?” diye ona soran Balıkçı gelip Edi’yi kumsaldan alıp, kıyıdan epeyce uzaklara kadar götürüp bırakmıştı. Kedilerin çok iyi yüzdüğünü bilmesine karşın o da kıyıya dek yanında yüzmüştü Edi’nin. Kedicik kıyıya çıkmayıp yeniden derin sulara doğru yüzmeye başladığında Balıkçı onun bu haline kahkahalarla gülmüştü. O gün tam bir saat suda kalmıştı balıkçıyla birlikte Edi.

Dalgın gözlerle bunları düşünen Edi, ağlarını toplamaktan dönen balıkçı kayıklarının motor seslerini duyunca kendine geldi. Yüreği de güm güm atıyordu. Geçen sefer yediği tırmıkların acısını halen duyabiliyordu bedeninde. Genç balıkçılardan biri gelmiş rıhtımda ağlarını temizlemeye başlamıştı. Diğer kediler kendilerine balık atacak balıkçıya dikmişlerdi gözlerini. Sağa sola bakmadıkları için, gözlerini kendilerine dikip, korkuyla yanlarına yaklaşan Edi’yi görmüyorlardı. Bir iki kedi kaptıkları balıkları yerken iri kedi balık kapamamanın kızgınlığını yaşıyordu. Bu kez kesinlikle kendisi kapmak için hazırlık yapıyordu. Yaptığı hazırlık da sağındaki ve solundaki kedilere birer sıkı tırmık atıp onları korkutmaktı. Balıkçı, irice bir lapinaya bakıp, satılık balıkların içine koyup koymamakta duraksadı. Yüz gram ağırlığında vardı Lapina. Mavi, yeşil, kahverengi renklerle gökkuşağı gibi rengârenkti. Görünüşü güzel olan bu balık biraz kılçıklı biraz da lezzetsiz olurdu. Balıkçı atsa diye gözünün içine bakan iri kedi bir yandan da düşler kurup yalanıyordu.

Genç balıkçı, kendisine yanık yanık bakan iri kediye acıyıp lapinayı rıhtıma attı. Diğer kediler bu yüz gramlık lapina yüzünden başlarına geleceği çok iyi bildiklerinden, atılan balığı kapmak için en küçük bir devinim göstermemişlerdi. O yüzden de atılan balığın kendi kısmeti olduğuna inanan iri kedi yavaş davranmıştı. Onun bu yavaşlığından yararlanan Edi, tüm kedi çevikliğini kullanıp kapıvermişti balığı. Neye uğradığını şaşıran iri kedi, kendisinin balığını kapma yürekliliğini gösteren kediye baktığında, onun üç gün önce kendisinden bir güzel dayak yiyen Balıkçı’nın sevgili kedisi Edi olduğun gördü. Ağzında yüz gramlık balıkla ne kadar kaçabilir diye düşünüp, gözlerinde alaylı bir gülüşle, ağzında balıkla henüz kaçmak için davranmayıp ne yapacağını düşünen Edi’ye baktı. Gözlerindeki öylesine acımasız bir gülüştü ki, Edi korkudan bir an ağzındaki balığı bırakıp tüm hızıyla kaçmayı düşündü.

İri kedi de Edi’nin ne düşündüğünü anlamış hiç acele etmiyordu. Hatta balıkçı tarafından kendi ayaklarının dibine atılmış küçük bir izmariti kapmak için hiçbir çaba göstermemişti. Sesinin tüm gücüyle öyle bir bağırdı ki iri kedi, yalnız Edi değil, orada bulunan kedilerin hepsi korkudan büzülüp kalmışlardı. Edi’nin bu bağırıştan korkmaması olanaksızdı. Ağzındaki balığı bırakmış, hiç olmazsa bari dayak yemeyeyim diye, tam kaçmaya hazırlanırken tepesinde bir gök gürültüsü duyup olduğu yere çakılmıştı. Aslında bu gök gürültüsü değildi; o gün kardeşi Büdü’ye bu olayı anlatırken öyle söylemişti Edi.

Bir süre geçtikten sonra korkuyla başını geriye doğru çeviren Edi, Arap’ın tüm görkemiyle arkasında durduğunu. İri kedinin büzülüp almaktan caydığı lapinayı ağzına alarak, kendisine “gel benimle” der gibi baktığını gördü. Birlikte Arap’ın yattığı yere gittiklerinde, koca köpek keskin dişleriyle balığı yarısından bölüp, kuyruk tarafını Edi’nin önüne koydu. Yarısını da kendisi bir güzel yedi.

Günlerden beri ilk kez karnını doyurabilmişti Arap’ın sayesinde Edi. Bugün tamam da yarın ne yapacağız acaba diye düşündüğünde, bundan sonra iskeleye Arap’la birlikte gitmek geldi aklına. Öyle de yaptılar ondan sonraki iki gün.

Ertesi gün gittiklerinde başlarından geçen olay Edi’nin çok hoşuna gitmişti. Onu kimden duysa gülmeden edemiyordu. Kedileri bile güldüren bu olay şuydu: Kedilerin korkuyla yanına sokulabildikleri Arap, hiç hak geçirmeden hepsinin eşit doyacağı biçimde atılan balıkları kapmalarını sağlamıştı. Hatta iri kediye biraz torpil yapıp onun bedeninin gereksinimini göz önüne alarak biraz daha fazla balık kapmasına izin vermişti. Kendisi de iri kedi kadar balık yiyip daha sonra sahibinin vereceği ekmekle karnını doyurmuştu. Arap’ın sağladığı bu hakça bölüşümden sonra, komik olay şöyle gelişmişti. Rıhtımdan ev dönerlerken Edi çok neşeliydi. Hiç olmazsa sabahları karınlarını doyurabilme olanağını Arap’ın sayesinde bulabilmişti. Hoplaya zıplaya kendi evlerine doğru giderken karşıdan gelen Zıpır Ali’yi gördü Edi. Başka zaman olsaydı kaçıp kendisine bir zarar vermesi için önlem alırdı. Özellikle kaçmayıp onun kendisine sataşmasını bekledi. Zıpır Ali, nasıl olsa yine taş atacak ya da bir sopa bulup kendisini kovalayacaktı.

Tam da düşündüğü gibi oldu. Edi’yi gören Ali yerden bir taş kapıp:
“Ulan namusuz kedi, ben sana karşıma çıkmayacaksın demedim mi?” deyip bir taş fırlatmaya kalktı. Bunu gören Arap öyle bir havlayıp üzerine yürüdü ki, Ali’nin eli havada kaldı. Çocuk zor kaçtı elindeki taşla. Onun korkup kaçması değil de, asıl, annesinin komşusuna söylediğiydi. Ali, Arap’ın korkusundan donuna işemişti. O günden sonra bunu duyan çocuklar ona “Çiş Ali” adını taktılar. Edi’nin güldüğü olay buydu işte.

Ali’nin olayından bir gün sonra Arap’la Edi rıhtımdan döndükten sonra yine koyun koyuna yatmışlar, soğuyan havada birbirlerini ısıtmaya çalışıyorlardı. Ünal’ın yıldırım gibi koşarak eve doğru geldiğini gördüler. Çocuk, bir yandan koşuyor bir yandan da bağırıyordu.

“Anne, Hüseyin dayım gelmiş” bunu yineleyerek eve girdiğinde o, Edi de Arap da ayağa fırlamışlardı bile. Koşarak kahvehanelerin olduğu yere gittiler. Giderken onları gören Çişli Ali feryat ederek yeni çıkmış olduğu evlerinin önünden geriye dönüp kendisini kapılarından içeriye zor attı. Ali:

“Anne, yetiş gene geliyor” diye bağırıyordu eve gerisin geri girerken.

Kahvenin önüne gittiklerinde herkes köyün sevilen insanlarından biri olan Balıkçı’nın başına toplanmışlardı. Balıkçı olanları anlatıyordu çevresini saran kalabalığa:

“Takılan ağımı kurtarmaya çalışırken fırtına patladı. Baktım ağ kopmuyor, sandala aldıklarımı da denize geri attım. Motoru çalıştırmak istedim ama ıslanan bujiler yüzünden bunu yapamadım. Küreklere asıldım, kıyıyı bir türlü yakalayamıyordum. Epeyce uğraştıktan sonra yapacağım pek bir şey olmadığını anlayıp bıraktım kürekleri. Çok da yorulmuştum bu arada. Karşı kıyıya yaklaştıkça dalgalar büyüyordu. Kıyıya yanaşabilmem olanaksızdı ve sandalım hızla kayalık bir yere doğru gidiyordu. Sonunda kayalara çarpan sandal delindi. Ben epeyce bir uğraştan sonra bir kayanın üzerine tırmanabildim” Balıkçı bu sırada kendisine miyavlayan kedisini gördü ve gözlerinde bir sevinç şimşeği çaktı. Onu kucağına alıp sırtını okşadıktan sonra konuşmasını sürdürdü. “Ertesi gün beni bulduklarında, halen fırtınanın dinmesini bekliyordum, denizin ortasındaki o kayanın üstünde. Fırtına yavaşlayıp beni oradan aldıklarında yürüyecek durumda değildim. Bir sandala koyup iskeleye götürdüler. Oradan da bir minibüse atıp hastaneye.”

“Bizi çok korkuttun” dedi balıkçı arkadaşlarından biri.

“Açıkçası ben de korktum arkadaşlar. Diyeceksiniz ki yalnız, yaşlı bir adamsın. Ölsen ne olur? Belki haklısınız ama inanın umudumu yitirdiğim zaman, bu kış günleri birlikte yatıp birbirimizi ısıttığımız Edi’yi ve kapımın önünde yatıp benim balıktan dönmemi bekleyen şu Arap’ı düşündüm hep. Onun için de Edi ve Arap’la birlikte biraz daha yaşamak istedim. Demek dedim kendi kendime, hayvanlar da insanları yaşama bağlayabiliyorlar.” Balıkçı bunları söylerken Arap onun ellerini yalıyor, Edi bacaklarına sürtünüyordu. . .



*Palamar taşı: Eskiden gemi halatlarının bağlandığı, bir bölümü kuma gömülmüş silindir biçiminde beyaz mermer.
Hikayeler
                                                                                                                 
Güzellik Yarışması
Geçenlerde dergide okudum, ünlü bir gazete, “Güzellik Yarışması” düzenliyormuş. Hemen derginin açık sayfasının üstüne kuruldum, önce gözlerimi kısıp boynumu hafifçe yana eğdim. Kuyruğumu yukarı doğru dikleştirip, patilerimi kırdım. Daha sonra yanlamasına bir sırt dönüşü yaparak bacaklarına süründüm. Biraz sırt üstü oynaşmasının ardından, kanepenin altına doğru süzülüp iki ters takla ile gösterimi tamamladım. Son harekette kafayı koltuğun bacağına toslamam estetik açıdan hoş olmadı ama insanları bilirsiniz: Onların en çok eğlendikleri görüntüler kontrolsüz düşüş sahneleridir. Sen daha kafanı toslamadan, ortalığı sinirleri bozan bir kahkaha dolduruverir.

Gösterimi bitirince dergideki haberin yanına yeniden çöreklendim. Hafifçe başımı kaldırdım, göz göze geldiğimizde gülümseyerek:

- Ne yuvarlanıp duruyorsun, acıktın mı gene tombul tekerlek ? diyerek yukarıdan seslendi.

Ulan, tombul da sensin tekerlek de. Hastalıktan yeni çıkmış gibi podyumda, bir deri bir kemik dolanan mankenlere bakmaktan, gözlerin bozulmuş senin. Biz burada sevimlilik yapalım diye maymun olduk, herifin söylediğine bak. Eskiler “iyilik yap iyilik bul” demişler ama bence yanlış. Burada taklalar atacağıma, bacağına iki diş geçirseydim, şimdi kuzu gibi yatak odasına kaçmış, delikten beni gözlüyor olurdu. Hem ben dergideki fotoğrafları görünce, dereceye gireceğime kesin gözüyle bakıyorum. Yalnız, şu kuyruğunun ucu dışında tüm tüyleri kesilmiş şempanze melezi, yarışmaya gelmezse iyi olur. Ya başına taktığı melon şapka ile sirkten çıkmış gibi gezinen palyaçoya ne demeli. Eğer sinirlerime hâkim olabilirsem kesin ilk üçteyim.

Herif geçenlerde, bahçede gördüğü bir kediyi o kadar iştahla anlatıyordu ki, aklınız şaşar. Yok, kuyruğu beyazmış da gerisi siyahmış, göbeği alacaymış da gözleri bilmem nasılmış. Sanki biz hiç görmedik o şırfıntıyı. Her gün balkonun altında yalaka yalaka dolaşıyor. Yola bakarken bir yandan da mama aramaya çalıştığından gözler şaşı olmuş. Allah günaha yazmasın ama kulaklar da kepçe. Bana sorarsanız, böyle bir yarışmada jüride kendi sahibi olmadıkça o kedinin hiç şansı yok.

Hem güzellik bakışlarda gizlidir. Tüyler, renkler, giysiler ancak sahneyi oluşturur ama oyun her zaman sahneye çıkan ilk oyuncunun gözlerindeki ışıkla başlar.. Onun için şairler gözlere bakar:

“Uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
Hikayeler
                                                                                                                 
AVCI

Yavru kedi ailesini hayal meyal anımsıyordu. Belki üç, belki dört kardeştiler. Annesi, kendisi gibi tekir olabilirdi. Nereden bilsin zavallı? Onu bu çimlerin üstüne bıraktıklarında ne sayı saymasını, ne de renkleri tanıyordu. En son onu buraya bırakan kocaman bir çift eli anımsayabiliyordu sadece. Bir pislikten kurtulmuşçasına ellerini birbirine sürtüp temizlemek isteyen bir çift el! Kendilerine en akıllı varlık diye dünya teslim edilmiş olan insanlar, sorumluluklarını böyle yerine getiriyorlardı işte. At kurtul, gözlerini kapatıp görme kurtul, öldür kurtul. . .

Minik kedi o güne dek annesini emmişti. Karın nasıl doyurulur, acıkanca anne sütü bulamazsa ne yapılır bilmiyordu. Sabah erkenden bu çimlerin üzerine bırakıldığında karnı toktu, şimdi ise öğlen olmuş karnı acıkmıştı. Çevresine baktı, annesini arıyordu gözleri. Birkaç kez “neredesiniz?” dercesine miyavladı, ne annesi ne de her gün birlikte oynadığı kardeşleri vardı etrafında. Karnım bari bu kadar aç olmasa diye düşündü içinden. Akşam olup hava kararmaya başladığında açlığı dayanılacak gibi değildi. Üstelik korkmaya başlamıştı. Çimlerin bittiği yerdeki duvarın dibine gidip büzüldü ve sabaha dek korkarak, açlık çekerek sabahı orada etti.

Sabah olup da etraf aydınlanınca gözleri yine annesini ve kardeşlerini aradı. Ne gelen vardı ne giden. Biraz sonra bir karga kondu çimlerin üzerine. Gagasıyla toprağı karıştırıp bir şeyler yiyordu. Onun bu hareketi, minik kedinin karnının iyice acıkmasına neden olmuştu. Karganın yanına yaklaşıp onun neler yediğini görmek istedi; hatta belki kendisine de verir o yediklerinden diye düşündü. Yavaşça karganın yanına yaklaşan minik kedi, onun ne yediğini görmeye çalışırken birden olan oldu. Karga yanına gelen bu zavallı yavrunun üzerine atlayıp, sol gözünü bir gaga darbesiyle yuttu. Çok canı yanıyordu küçük kedinin, dünyası kararan yavrucak o anda kaçıp diğer gözünü kurtarmak, aynı acıyı bir kez daha duymamak için koşarak oradan uzaklaştı. Bir duvarın dibine gidip bir çalının arkasına gizlendi. Tek gözüyle kargaya bakıyor, diğer gözünü de yitirmek istemiyordu. Çimdeki kargalar bir derken iki, iki derken üç olmuştu. Hepsi gagalarıyla bir şeyler bulup yiyordu. Yavru kedi bir türlü akıl erdiremiyordu karganın niye kendisine bu kötülüğü yaptığına. Canı çok yanıyor, açlıktan başı dönüyordu. Birden ayağının yanında bir hareket duyup irkildi. Baktığında büyükçe bir solucanın ayağına sürtünerek geçtiğini gördü. İlkin biraz uzaklaşıp solucandan gelebilecek zararı savuşturmayı düşündü ve öyle de yaptı. Eski günleri olsaydı onunla oynarlardı kardeşleriyle. Şimdi ise yalnızdı; ya kendisine kötü bir şey yaparsa bu yerde sürünen şey diye düşünüp, birkaç adım daha geriye çekildi solucandan. Solucanla ilgilenirken kargaları unutmuştu küçük kedi. İşte tam bu sırada hızla önüne konan bir karga yere basar basmaz minik kedinin önünden geçen solucanı gagasının arasına alıp, başını birkaç kez öne arkaya hareket ettirerek yuttu. Kalan tek gözünü fal taşı gibi açmış ona bakıyordu yavru kedi. Birden aklına bir gözünü başka bir karganın yuttuğunu anımsayıp koşarak oradan uzaklaştı.

O gün de akşam oluyordu ve yavrucuk ağzına bir lokmacık koymamıştı. Hava kararırken kargalar da çoktan gitmişlerdi. Kargaların karınlarını doyurdukları yere gidip merakla inceledi otların arasını. Onların neyle karınlarını doyurduklarına bakıyordu. Tam o sırada küçük bir böcekle göz göze geldi, o da hiç kedi yavrusu görmemişe benziyordu. Minik bir an onunla oynamayı düşündü. Karnı öylesine acıkmıştı ki, oyundan önce bir şeyler bulup yemek istiyordu. İşte tam bu sırada büyük bir kedinin gelip bir pençede kendisine bakan böceği yakaladığını ve ağzına attığını gördü. Büyük kedi, küçük kedinin şaşkın bakışları arasında biraz öteye gidip bir böcek daha yakalayıp ağzına attı. Büyük kedi çevrede böcek arayarak oradan uzaklaşırken, minik kedi düşünmeye başladı. Kendisi bakınırken karganın gelip solucanı, kedinin de böceği yutmasını düşündü. Karnını doyurması için onun da bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi. Bu dünyada her canlının karnını doyuracağı bir şeyler vardı demek. Karanlık basmaya başladığından bu günlük bir şeyler yapamayacağını fark etti. Ertesi gün yemek için solucan, böcek gibi canlıları arayıp bulacak ve karnını doyuracaktı. O akşam hoşuna gitmese de biraz çim yiyip açlığını köreltmeye çalıştı. Gece karnı çok ağrımıştı ama yine de fazla açlık çekmemişti. Duvarın dibine büzülüp sabahı etmek için uyumaya çalıştı.

Ertesi sabah etraf aydınlandığında uyandı. Karga tarafından yutulan gözünün yeri çok acıyor, diğer yandan açlığa dayanamıyordu. Her şeye karşın yaşamak için savaşıp bu kötü durumdan kurtulmayı düşündü. Savaşırsa belki annesine ve kardeşlerine yeniden kavuşabilirdi. Çimlerin olduğu yere gidip araştırmaya başladı yiyecek bir şey var mı yok mu diye. Küçük bir böcek bulup ağzına attı. Bu ilk avı kendisini çok mutlu etmişti. Aç karnı için bu kadarcık yiyecek hiç yeterli değildi ama güzel bir başlangıçtı onun için. Böceğin tadı da hiç fena değildi. Tam ikinci böceği yakalayacağı sırada tepesinde bir kara bulut belirdi. Başını kaldırdığında üstündekinin kara bulut olmadığını gördü. Bu onun bir gözünü çıkarıp yutan kargaydı. Karga gözlerini yavru kediye dikmiş bakıyordu. İşte tam o sırada kendisinin de şaşırdığı bir hareket yaptı minik kedi. Korkudan kaçmak yerine, tüm gücüyle karganın üzerine atılıp küçük pençesiyle onun yüzünü tırmalamıştı. Bunu kaçamayacağını düşündüğü için mi, yoksa öcünü almak için mi yaptığını kendisi de bilemiyordu. Ama yaptığı bu cesurca eylem işe yaramıştı. Koskoca karga canının acıdığını gösteren bir ses çıkarmış ve kendisini geriye atmıştı. Minik kedi bu fırsatı kaçırmayıp tüm gücüyle oradan kaçmış uzakta bir duvarın arkasına saklanmıştı.

Duvarın dibinde bir süre karganın gelip kendisini bulacağından korkarak bekledi yavru kedi. Gelen giden olmamıştı, çevresini denetleyerek duvarın dibinden çıktı. Duvarın dibinde korkuyla beklerken, yakında bir yerlerde tuhaf sesler duymuştu. O seslere doğru gitti. Önüne çıkan duvarın üstüne zorla tırmanarak aşağıya baktı. Avluda bir çilli horoz ve on kadar tavuk gördü. İlk kez böyle şeyler görüyordu. Kargadan büyük bu kanatlılara bir süre baktı. “Bunlar yalnız gözümü değil beni de yutarlar” diye düşündü içinden. “Hele şu çilli horoz korkunç bir şey, tavukları altına alıp ezdiğine göre benim pestilimi çıkarır; en iyisi buradan gitmek” deyip, tam oradan ayrılmaya karar verdiği anda, küçük, güzel bir kız çocuğunun “Gel bili bili” deyip tavuklara küçük ekmek parçaları attığını gördü. Tavuklar koşarak ekmek parçalarını yemeğe gittiler. Karnı öylesine acıkmıştı ki yavru kedinin, küçük kızın attığı bu ekmek parçalarından biraz kapıp yiyebilmek için ne olursa olsun deyip aşağıya indi. Uzaklara kadar gelen küçük ekmek parçalarından birkaç tane kapıp yedi. Bir tane ekmek parçası da horozun tam iki ayağının arasına düşmüştü; üstelik de epeyce büyüktü bu parça. Yavru kedi, gözünü karartıp oraya doğru yürümeye karar verdiğinde horoz da yiyecek başka parçalar aramak için geriye dönmüş ve yavru kediyi görmüştü. “Gorrrk, ” diye bir ses çıkardı horoz. Yavru kedi korkarak birkaç adım geri çekilip büzüldü. Horoz bu çıkardığı korkunç sesle yetinmeyip yavrunun üstüne doğru tüm hızıyla ve kabararak koştu. Yavru kedi kendisini arkaya atıp kaçmaya başladı. Aralarındaki kovalamaca bir süre devam etti. Horoz bu arada birkaç gaga darbesinde bulunmuş, ancak bunları boşa çıkarmıştı. Bir kez kuyruğuna denk gelmişti horozun gagası. Belini falan tutsaydı o gaga, oracıkta giderdi yavrucak. Bu böyle sürmezdi; yorulmuştu yavru kedi. Tam bu sırada bir mucize gibi, o devrilmiş çamurlu çizmeleri gördü, koşarak birinin içine girdi. Horoz çılgına dönmüştü. Ev sahibinin kırmızı renkli ve çamurlu çizmelerini gagalıyordu durmadan. Bu sırada evin küçük güzel kızı horozun çıkardığı tuhaf sesleri duyup gelmişti oraya. Horozu uzaklaştırıp çizmenin içine baktı ne var diye. Küçük kediyi görünce onu çıkarıp çizmeden kucağına aldı. Koşarak eve götürdü.

“Anne bak ne buldum” diye sevinçle bağırdı.

“Bırak kızım o pis kediyi kucağından” dedi annesi.

“Pis değil anne, bak ne güzel yavru?”

“Üstelik de kör görmüyor musun?” annesi böyle söyleyince ilk kez dikkatli baktı kız yavruya. Kör olduğunu gördü onun.

“Olsun anne. Bakıp büyütelim bunu?”

“Babanın kedi sevmediğini bilmiyor musun kızım? Götür onu aldığın yere bırak.”

“Aldığım yere bırakamam annecim.”

“Niye o?”

“Horozun elinden zor kurtardım yavrucuğu. Oraya bırakırsam parçalar bunu Çilli.”

“Peki, götür uzaklara bir yere bırak öyleyse.”

“Karnını doyurabilir miyim annecim. Ne olursun?”

“Biraz süt ver de içsin. Ondan sonra da götür uzaklarda bir yere bırak.”

Küçük kız yavrunun önüne bir çanak süt koydu. Yavru kedi, karnı iyice doyuncaya kadar içti sütü. Kız onu kucağına alıp istemeye isteme evden çıktı. Durumu fark eden yavru, adeta yalvarırcasına bakıyordu kızın gözlerinin içine. Bu bakışlara yüreği parçalanan küçük kızın yapacağı bir şey yoktu. Adımları öne değil de geri geri gitmek istiyordu sanki kızın. Annesinden çok babasına kızıyordu. “Bu eve kedi sokmayın” demişti bir defasında. Annesine yalvarabilirdi yoksa yavruyu eve almak için.

Arkadaşlarını düşündü içlerinde bu yavruyu almak isteyen olabilir mi diye. Aklına Aysun geldi. Kedileri çok severdi Aysun. Üstelik de çok sevdiği kedisi öldüğü için bu sıralarda bir yavru alabilirdi. Hemen koşa koşa onların evine gitti küçük kız. Fakat umduğu gibi olmamıştı: “Ben alırdım ama bu yavru kör” deyip küçük kızı kucağında yavruyla geri çevirmişti Aysun.

Diğer arkadaşlarını düşünmüş, içlerinde kediyi alabilecek olanlara üşenmeyip gitmişti. Hemen hepsi, yavrunun kör olduğunu söyleyip geri çevirmişlerdi onu. Başka çare kalmadığını düşünüp yavruyu bir cami avlusuna götürmeye karar veren küçük kız, onu bırakacağı yere yaklaştığında karşıdan uzun boylu, zayıf, on beş yaşlarında bir gencin kendisine doğru yaklaştığını gördü.

“Nereye götürüyorsun onu?” diye sordu genç.

“Caminin avlusuna bırakacağım” diye yanıtladı genci küçük kız.

“Nereden buldun bu yavruyu?”

“Bizim horoz öldürecekti elinden aldım.”

“Yazık değil mi, niye bırakıyorsun, evinde baksana ona?”

“Babam kedileri hiç sevmez. Onun için annem izin vermedi evde bakmama”

“Ne biçim baban var senin, bu yavruya kıyılır mı?”
“Kıyılmaz ama ben bir şey yapamam ki?”

“Başkalarına gittin mi, belki onlar alırlardı bu güzel yavruyu?”

“Gittim ama almadılar. Herkes kör diye beğenmiyor.”

“Ver sen onu bana. Asıl kör olduğu için almaları gerekir, ne biçim insanlar var dünyada.”

Kız yavruyu gence verirken sordu. “Abi, sizin adınız ne?”

“Benim adım Efe.”

“Ara sıra sevmeye gelebilir miyim ben bu yavruyu?”

“Gel. Bak, şuradaki pansiyon bizim.”

“Çok teşekkür ederim abi” diyen küçük kız sevinçle giderken arada sırada arkasına dönüp Efe’nin kucağındaki yavru kediye bakıyordu.

Efe küçük kediyi babasıyla çalıştırdıkları pansiyona götürdü. Küçük kedi tüm bu olanlara akıl erdirmeye çalışıyordu. “Şu dünyada ne kadar değişik insanlar var; birbirlerine hiç benzemiyorlar, ne biçim şey bu” diye geçirdi aklından. Fakat pansiyona geldiğinden beri insanlar hakkındaki bu yargısını değiştirmeye başlamıştı küçük kedi. Efe’nin ailesindekiler birbirlerine çok beziyorlardı. Babası da, annesi de, ablası Zehra da çok iyi insanlardı; hepsi hayvanları çok seviyordu. Böyle sıcak yuvaya gelmenin tadını çıkaran yavrunun en büyük mutluluğu orada karşılaştığı kardeşiydi. Onu da sokaktan bulup pansiyona getirmişti Efe. Kokularını henüz unutmamış olan bu birbirinin kopyası iki kardeş kavuştuklarını anlayıp ikisi de çok mutlu olmuşlardı. Uyuyacakları zaman ikisi de birbirlerine sarılıp uyuyorlardı. Kendileri durumu anlamıştı, ama Efe çözememişti ikisinin bu derece birbirlerini sevmelerini. Babası, İbrahim Bey: “Bunlar kardeş” dedi Efe’ye. En ufak ayrıntılarına kadar birbirlerine benzeyen ve gelir gelmez birbirine sarılan bu yavruların arasındaki ilişkiyi çözmüştü Efe’nin babası.

İki kardeş bol bol oyun oynayıp zaman geçireceklerine, Küçük Kedi kardeşine çimlerin arasından böcek ve solucan avlamasını öğretmişti. Günlerinin büyük kısmını avcılık yaparak geçiriyorlardı. Aslında Efe onları aç bırakmıyordu hiç. Sütlerini eksik etmediği gibi yavaş yavaş da katı yiyeceklere alıştırmaya çalışıyordu. Özellikle Küçük Kedi yanına kardeşi Öksüz’ü (Efe sokaktan bulduklarında adını Öksüz koymuştu onun) alıp bol bol avcılık yapıyordu. Bu avcılık sırasında bir karga sesi duyduğunda Küçük Kedinin kaçıp duvarın dibine büzülmesine akıl erdiremiyorlardı hiç birisi.

Bir gün Efe ve ablası Zehra dikkatle izliyorlardı avcılık yapan iki kardeşi. Öksüz’ün önünden geçen büyük bir sineğe savurduğu pençe boşuna gitmişti. Küçük Kedi’nin kör tarafından geçip gidecek sanırlarken, o öyle bir pençe atmıştı ki, kocaman sinek onun küçük pençesinden kendini kurtaramamıştı. Diğer pençesiyle yardım edip onu etkisiz hale getiren yavru Efe’ye ve ablasına bakıp onların kendisini alkışlamasını ister gibiydi sanki. Onlar da yalnız alkışlamakla kalmadılar, o güne dek Küçük Kedi (Kardeşinden biraz küçük görünüyordu) dedikleri yavruya “AVCI” adını koydular.

Efe ve ailesinin sevgisiyle günleri mutluluk içerisinde geçiren iki kardeş altı aylık olmuşlardı. Bir gün pansiyonun gündüzleri açık bırakılan kapısından bir kedinin ve yanında kendilerinin akranı olan başka bir kediyle içeriye girdiklerini gördüler. Kendilerinin kopyaları olan bu ana kediyle yanındaki kir içindeydiler. Çalmak için bir şeyler aradıkları belliydi. Pansiyonda Efe’den başka kimse yoktu, o da her zaman yaptığı gibi kitap okuyordu. Avcı, Efe’nin yanına gelip ağlarcasına miyavlamaya başladı. Efe onun öyle miyavladığını hiç duymamıştı. Baktığında Avcı’nın tek gözüyle ona yeni gelen aç kedileri gösterdiğini fark etti.

Ana kedi yavrunun bu yaptığına çok kızmıştı. Daha bir şey çalamadan, sahibine geldiklerini haber verip beline bir taş yemesine neden olacaktı bu bacaksız. Efe yavaş yavaş ayağa kalkarken bir yandan da Avcı’yı kucağına alıp seviyordu. Ana kedi Efe’nin bir yerlere koşup eline bir taş alacağına, miyavlayıp kendilerini gösteren kediyi kucağına almasına şaşırmış, tuhafına giden bu gence bakıyordu. Ağır ağır dolaba doğru giden Efe’den bir zarar gelmeyeceğini anlamıştı ana kedi; üstelik de birçok tehlikeyi göze alıp buraya geldiğinden kaçmadı. Karnı öylesine açtı ki...

Efe dolaptan aldığı kedi mamasını iki yavrunun kaplarına boşalttı. Ana kediye ve yanındakine bakıp: “Gel pisipisi, gel” deyip çağırdı onları. Kucağındaki Avcı’yı da yere bıraktı. Çekine çekine gelip kendilerine verilen mamalarını yemeye başladılar hırsızlığa gelen kediler.

Efe hiçbir şey yokmuşçasına gidip oturdu ve kitabını okumaya başladı. Ana kedi ve yanındaki çok aç olduklarından kısa sürede yediler kendilerine Efe tarafından ikram edilen yiyeceği. Ana kedi karnını doyurduktan sonra Avcı’nın yanına geldi. İlkin onu kokladı ve mutluluğunu belirten bir ses çıkardı. Sonra da karga tarafından oyulan göz çukurunu yaladı. Yanlarına gelen Öksüz’e bir süre baktı. Gelip uzun uzun kokladıktan sonra onun da yanaklarını yaladı ana kedi. . .
Hikayeler
                                                                                                                 
Son Kullanma Tarihi

Mantar kafa, mamanın üzerindeki son kullanma tarihine bakacağına, “iki ürün alana iki de bedava” yazan promosyonu incelediğinden, bir haftadır hastayım. Ödediği veteriner ve ilaç parasıyla bir yıllık yemek masrafımız çıkardı herhalde. Son üç gündür midemdeki yanma biraz azaldı ama ishal tam gaz devam ediyor.

Gerçi ishalden bir şikâyetim yok. Hatta elinde sarı beziyle “buradan bir koku geliyor” diyerek koltuk aralarına uzandıkça, biraz keyfim yerine geliyor. Dün kucağına aldığında biraz zorladım ama midede bir şey olmadığından istediğim sonucu alamadım.

Herifin cimriliği de ayrı bir durum. Kalan mamaları hala atmamış, veterinere soruyor. Yani veteriner bizimkine “kalan mamaları da ver” dese, herif bize 2005 tarihli mamaları yedirmeye devam edecek. Allah’tan veteriner iki kitap okumuş bir adam da fırçayı bastı. Ben kıçına da bir tekme atacak sandım ama adam olgun. Bir anda sakinleşti.

Bizimki de şimdi öğrendi ya her haltın üzerinde son kullanma tarihi arıyor. Ümraniye Carrefour’un içindeki hayvan malzemeleri satan Arkadaş Pet Mağazasında son kullanma tarihi geçmiş Whiskas yaş mamayı satıcıya gösterince, adam bizimkini saf görüp;

- “O mamaların tarihi farklı, 01.08.07 demek, 01 Temmuz 2008 demek” diye
kandırmaya çalışmış. Neyse ki öbür elindeki mamada 01.06.07 yazıyormuş da tufaya gelmemiş.

Doğrusu bizimkinin bu performansı beni şaşırttı. Herhalde veteriner faturası beynine biraz kan gitmesini sağlamış.

Hoş, adam aynı mamaları hala satıyor. Ama en azından bizim bal kabağı gidip almıyor artık. Buradan ev kedilerine sesleniyorum;

— Eğer sizin de orta zekâlı sahipleriniz varsa; gidip mamaları kendiniz kontrol edin. Promosyonlu paketlere itibar etmeyin. Arada bir taze balık, tavuk, et isteyin.

Yemekler istediğiniz gibi değilse, istediğiniz kaliteye gelene dek küçük tırmıklardan, sert dişlemeye kadar, yavaş yavaş doz arttırarak sahibinizin teni üzerinde uygulayın.
Hikayeler
                                                                                                                 
Diş Fırçası

Geçenlerde bizim akıllı evin içinde ardıma düşmüş benimle yürüyordu. Bir iki yer değiştirdikten sonra baktım hala peşimde geziniyor, olacakları merak edip yorulmuş gibi koltuğa kuruldum. Kuyruğumu da koltuğun geri kalanını kaplayacak şekilde uzattım ki, buna yer kalmasın. Kuyruğuma dokunduğunda başına gelecekleri iyi bildiğinden bir balerin gibi ayakuçlarında koltuğun kollarına basıp tepesine çıktı.

Bir iki sağa sola baktıktan sonra fotoğraf makinesini de iki metre önümde, ayakları üzerinde karşıma kurdu. Bir yandan ilgilenmiyor gibi yalanıyor bir yandan da kuyruğumu sağa sola sallıyordum. O anda sırıtarak cebinden bir diş fırçası çıkarttı. Fotoğraf makinesini on saniye sonra çekecek biçimde ayarlayıp düğmesine bastıktan sonra koşarak yanıma geldi.

On saniye içinde aklımdan o kadar çok şey geçti ki anlatamam. Aklı sıra sırıtarak benim dişlerimi fırçalayacak, ben de ağzım açık öyle avanak avanak fotoğrafa çıkacağım. İlk önce tırnaklarımı kontrol ettim ama daha iki gün önce kesmişlerdi. O zaman kaderine razı olacaksın diyerek, ağzımı hafifçe araladım. Bu kafasını makineye dönmüş, fırçayı da benim ağzıma sokmuş, gözünü kırpmadan sırıtmaya çalışıyordu. Çekime bir iki saniye kala başımı hafifçe kenara alıp, kıçının altına kıvırdığı çıplak bacağını dişlerimle sertçe yokladım. İyi ayarlayamamış olmalıyım ki, bu yerinden fırlayıp kaçmaya başladı. Flaş patladığı anda tek ayağı üzerinde sekerek içeri odaya kaçıyordu. Yüzünde biraz önceki sırıtmadan ziyade korku ve bir yerlere yetişmeye çalışan insanların telaşı vardı. Fırçayı ise o günden sonra bir daha görmedim.

Bir iki dakika sonra makineye bakmak için yeniden geldi. İyi çıkmamış gibi birşeyler söyledikten sonra, fotoğrafları sildi. Zaten kuru mamadan başka bir halt yediğimiz yok, bunun hesabına göre, bir de diş fırçalayıp elaleme maskara olacağız.

Neyse, evdeki hesap çarşıya uymadı diyelim. Bir de telefonuyla balkona çıkmış, sessiz sesiz arkadaşına “Eve genişçe bir ecza dolabı kursam uygun olur mu?” diye soruyor. Bana sorsa “adam olmak daha uygun olur” derdim. Ama herkesin kendi kararı, sonuçlarına katlandıktan sonra bence bir sakıncası yok.
Hikayeler
                                                                                                                 
Koca Narin

Haluk bu dünyada yaşayan güzel insanlardan biridir. Deniz kıyısındaki, o bir zamanların şirin ve küçük ilçesine gezmeye geldiğinde buraya yerleşme düşüncesi yoktu aklında. Gördükten sonra bu güzel beldeyi yerleşmeye karar verdi. O artık arkadaşları arasında Kuşadalı ya da sakalları göbeğine dek indiğinden sakallı Haluk olarak anılıyordu. Açtığı kitapçı dükkânı ve galeriyle ilçenin kültür yaşamına yaptığı önemli katkının yanında onun en büyük özelliği hayvansever olmasıydı. Bu sevginin en büyük favorisi de kedilerdi. Evinde sokaktan topladığı renk renk, cins cins kedileri olan Haluk’un en büyük yardımcısı yine kendisi gibi bir hayvansever olan eşi Nuray’dı.

Haluk bir gün işyerine gelirken kapısının önünden hızla geçen kamyonetin bir kediye çarptığını ve hayvanın bir ayağını ezdiğini gördü. Kamyonetin arkasından bağırdıysa da şoförün durmayıp gitmesi üzerine hiç zaman geçirmeden yapılacak işin bu siyah ve çok zayıf kediyi alıp bir veteriner kliniğine götürmek olduğunu düşündü. Kedinin arka ayağının biri tamamen ezilmiş ve kopmuştu, ikinci ayağı da kırıktı ama uğraşılırsa düzelebilir dedi veteriner. Bedenindeki diğer yara bereleri de temizletip sardırdıktan sonra talihsiz kediyi kucağına alıp iş yerine getirdi Haluk. O gün birçok işini erteleyip kediyle ilgilendi. Kediyi o halde gören birkaç kişi:

“Boşuna uğraşma ölür bu hayvan” demişlerdi.

“Niye? Tedavi ettirdik işte, iyi bir bakımla kurtulacak göreceksiniz” dediğinde, yazıhanesine gelenlerden biri:

“Yaralarından değil, zayıflıktan ölür bu kedi” demişti. Gerçekten bu adsız sokak kedisi o denli zayıftı ki, kaburgaları çok uzaktan bile sayılabiliyordu.

Haluk uzun uzun incelemişti kediyi o gün. Daha yavruydu o. Bu kazayı atlatıp çok güzel kedi olacaktı. Cinsiyetine baktı Haluk, kedisi erkekti. “Topal da olsa evde kalma tehlikesi yok, nasıl olsa erkek” diye mırıldandı. Kırılan diğer arka ayağının iyileşmesi çok önemli diye düşünüyordu. Üç ayakla yaşamını sürdürebildi bu talihsiz hayvan, önemli olan bunu sağlayabilmekti. Canı çok yandığı için olacak ilk gün bir şey yiyememişti. Kurtulması ve yaşam savaşı verebilmesi için yemesi birinci koşul diyordu Haluk. İkinci gün bir şeyler yemeye başladığında da çok sevinmişlerdi karı koca.

“Şimdi kurtuldu sayılır işte” demişti Haluk Nuray’a. Bir ara onu eve götürmeyi düşünmüşlerdi ama ikisi de aynı yerde çalıştıkları ve eve akşamdan akşama gittikleri için yazıhanede kalmasının daha doğru olduğunu düşündüler.

Bir süre sonra kliniğe yeniden götürdüklerinde kedinin ölüm tehlikesini atlattığını ve iyiye doğru gittiğini veterinerin ağzından da duydular. Artık karada ölüm yoktu “Narin” için. Evet, adını da Narin koymuşlardı kedinin. Bu ad Nuray’ın önerisiydi. Haluk, kedinin bakımsızlıktan ve yaşı çok küçük olduğundan öyle narin yapılı olduğunu, genel yapısının narin olmadığını söylemişti ama hayvancığı çok seven Nuray’ı kırmamış ve ad konusundaki önerisini kabul etmişti.

Aradan bir ay kadar zaman geçtiğinde arka ayağındaki kırık düzelmişti Narin’in. Biraz yamuk basıyordu ama bu çok önemli değildi; görünüşten çok işlevselliği önemliydi ayağın. İki ay sonra ise tamamen iyileşen Narin epeyce de irileşmişti. Haluk’un oturduğu büyük masanın üzerinde yaşamını sürdürüyordu kedi. En büyük zevki de yazıhaneye gelenlerin içinde hoşuna giden kimse olduğunda gidip kucağına uzanırdı. İyi ve titiz bakım sonucu tüyleri parlayıp kendisi de güzelleşmeye başladığından bazı kişilerce bu sorun olmuyordu. Bazıları ise yaşamları boyunca kediye dokunmadıkları için bundan tedirgin oluyorlardı. Haluk bu durumda olanları anlayıp Narin’i onların kucağından alıp yine masanın üzerine koyuyordu. Haluk’un bu davranışının anlamını çözmüştü kedi; sahibince yapılan bu hareketin, “artık o kişinin kucağına gitme” demek olduğunu anlıyordu.

Haluk’un yazıhanesine bir gün tanımadığı adamın biri gelerek mal almak istediğini, kendisine kredi açmasını, aldığı malları sattıkça bedelini ödemek istediğini söyledi. Böyle olanakları diğer alıcılara da kefil falan istemeden tanıyan Haluk, adamın bu önerisini kabul etmişti. Arada bir fark vardı; diğerlerini bir yerlerden tanır ya da bir tanıdığı sözle kefil olurdu. Bu adamı ise hiç tanımıyordu. Onun davranışı ve anlattıkları hoşuna gitmişti Haluk’un. Kedileri çok sevdiğini söylemiş, evimde yirmiden fazla kedi besliyorum demişti. Kucağına gelip oturan Narin’le de çok yakından ilgilenmiş ve ona aşırı sevgi göstererek, küçükken başına gelen acı olayı dinlerken neredeyse ağlayacak duruma gelmişti. Onun bu kedi severliği Haluk’un çok hoşuna gitmiş, yeni tanıdığı bu adamın kredisinin de çok yükselmesine neden olmuştu. Adam orada işini garantileyip ayrıldığında da kapının önünde kendi kendine sırıtıp:

“Keriz, nasıl yuttu kedileri sevdiğim masalını. Bilse Narin’i ezenin ben olduğumu yüzünün hali ne olurdu acaba?” deyip oradan uzaklaşmıştı.

Aradan aylar, yıllar geçti Narin yaşından çok büyüdü, irileşti. İnsanların: “Ölür bu kedi” dedikleri Narin üç yaşına geldiğinde on kilo altı yüz elli gram geliyordu. Haluk’un aynı yaştaki yeğeninden birkaç kilo daha fazlaydı ağırlığı. Herkes “Koca Narin” demeye başlamıştı kediye. Haluk, boyu birkaç karış olan bazı adamların soyadının “Uzun” olmasına benzetiyordu kedinin bu yeni adını. Bu çelişkili adına karşın Haluk ve Nuray onu çok seviyorlardı. Evdeki kedileri görseler bu durumu çok kıskanırlardı. Her gelişlerinde masanın üzerinde yatan bu koca kediyi gören müşterileri, oradan ayrıldıktan sonra telefon ettiklerinde Haluk’un hatırını sormadan önce kediyi sorarlardı. Kediden çok köpeğe benzemeye başlamıştı o iri bedeniyle Koca Narin. Yine hoşlandığı kişilerin kucağına gidiyordu ama bu kez insanlar yoruldukları için Haluk’a kediyi kucaklarından almasını rica ediyorlardı. Kendileri çekiniyorlardı Koca Narin’i kucaklarından indirmeye; onun kızacağını sanıp korkuyorlardı bu koca kediden.

Geceleri dışarı çıkıp gelsin diye pencerelerden birini yarı açık bırakırdı eve giderken Haluk. Bu da Koca Narin’in gece yaşamına alışmasına neden olmuştu. Bazen üçayağıyla Kuşadası’nın gece âlemlerine katıldığında tanıştığı dişi bir kediye âşık olmuştu. Kendinin aksine pamuk gibi bembeyaz bir kediydi âşık olduğu. Hani şu sarışın bayanların zenci erkeklere âşık olması gibi bir şeydi bu. Bu tanışıklığın sonucunda olan Haluk’a olmuştu. Bir gün Koca Narin’in Mart aşkı beyaz kedi simsiyah dört yavrusunu arkasına takıp yazıhaneye gelmişti. Bu işe biraz şaşırarak bakan Haluk’a aynı biçimde Beyaz kedi de soran gözlerle bakıyordu:

“Ne bakıyorsun Haluk Bey, olağandışı bir şey mi yaptık, sen hiç âşık olmadın mı?” der gibiydi sanki. Dört torununu Haluk’a bırakan beyaz kedi Koca Narin’e birkaç kez sürtünüp onu yaladıktan sonra geldiği kapıdan çıkıp gitti.

“Annelerine çekseler bari bu yavrular?” dedi Haluk.

“Niye, babaları Koca Narin’i sevmiyor musun artık?” diye sordu ona Nuray.

“Koca Narin’i sevmediğimden değil Nuray, bunlar da babaları gibi yerlerse biz sermayeyi kedilere yükleriz.”

“Şimdiden hazır olalım öyleyse, renklerine bakılırsa bunların huyları da babaları gibi olacak.”

Kedilerin yüzünden değil ama ülke koşulları ve Haluk’un ticarete uygun düşmeyecek kadar merhametli oluşu nedeniyle işleri bozulmaya başlamıştı. Alacaklarını çeşitli nedenlerle ödemiyordu borçluları. Hele biri vardı ki, iyice birikmişti onun borçları. Şu, evinde yirmiden fazla kedi besleyen, her gelişinde Koca Narin’i kucağına alıp ona tatlı sözler söyleyerek seven adam. Bu gelişinde de yine kucağındaydı Koca Narin, ona tatlı sözler söyleyerek aşırı sevgisini gösteriyordu. Hani bir zamanlar sokakta bir kediye çarpıp onu üç bacaklı bırakan bu adamın yiyip içip çok para harcadığını da duymuştu Haluk. Ona iyice biriken borçlarını ödemesini söyledi. Adam parasının olmadığını ama en kısa zamanda ödeyeceğini, daha yakında üç kedisinin büyük ameliyat geçirdiğini, onlar için dünyanın parasını harcadığını söyledi. Merhametli Haluk yine yumuşamış, peşin ödeme yapması yerine adama borçlarına karşılık üç aylık bir senet imzalattı. Haluk’un kedi seven dediği aslında kedi ezen bu adam dışarıya çıktığında yine sırıtıyor ve kendi kendine mırıldanıyordu:

“Üç kediyi ameliyat ettirdiğim balonunu yuttu enayi. . . ”

Koca Narin yine bir akşam Kuşadası’nın hareketli gecelerinden birinde gönlünü eğelendirmeye çıkmıştı. Kuşadası geceleri deyince o cıvıl cıvıl yaz geceleri anlaşılmasın; Koca Narin için ilçenin hareketli geceleri Mart ayında olurdu genellikle. Soğuk bir geceydi, her ne kadar bu bölgede kışlar ılıman olsa da iliklerine dek işliyordu rüzgârın nemli soğuğu. Bir çatıya çıkıp bacalardan birini siper alarak bekledi. Biraz sonra da hareket başladı çatılarda. Yanına gelen tekir bir erkek kedi kömür yığınına benzeyen bu kocaman kediye bakıp güldü. Koca Narin ona aldırmadı. Gidip yanına bir erkek kedi daha alıp gelen tekir kedi ona da gösterdi büyük bir kömür yığınına benzeyen Koca Narin’i. Bu kez iki kedi ona bakıp bakıp kahkahalarla güldüler. Yine soğukkanlıydı Koca Narin. Hiç sesini çıkarmadan kendisine kahkahalarla gülen bu biri tekir diğeri sarman iki kediye hiçbir şey yokmuş gibi bakıyordu. Sarman da iri bir kediydi ama bizim kömür yığınına benzeyen Koca Narin’in yanında epeyce küçük kalıyordu. Bela çıkarmak için biraz daha Koca Narin’in çevresinde dönüp gülen kediler onu kızdıramayacaklarını anlayınca dönüp gittiler. Bir saat daha damda bekleyen Narin iyice üşümeye başlamıştı. Tam gitmeyi düşündüğü sırada yanına beyaz renkli dişi bir kedi geldi. Bir süre birbirlerine bakındılar. Ayağa kalkan Narin dişi kedinin yanına gidip onu kibarca koklayıp yalamaya başladı. Dişi kedi Koca Narin’den hoşlanmıştı. Onun tek ayağının eksik olduğun görmüştü ama hiç aldırmamıştı. Koca Narin de beyaz kediyi görünce yavrularının anası olan diğer beyaz kediyi düşündü. Bir zamanlar onu ne kadar sevmişti; tüm kedi aşkları kısa sürmesi gerektiğinden ayrılmışlardı. Bu da beyaz güzel bir kediydi, niye aynı aşkı bir kez daha yaşamayayım diye düşündü. Bir süre önce kendisiyle dalga geçen iki kedi yanlarına doğru geliyorlardı yine; üstelik de bu kez yanlarına bir tekir daha almışlar ve üç kedi olmuşlardı.

Bu duruma çok bozuldu Koca Narin. İçinden, dilerim bana bulaşmazlar diye geçirdi. Düşündü ama öyle olmadı. Daha karşıdan gelirken alay edercesine gülüyorlardı üçü de. Aralarında yarım metre kadar uzaklık kaldığında durdular. İçinden “fena” diye geçirdi Koca Narin. O da sahibi Haluk gibi çok hoşgörülü fakat bir yere kadar sabrettikten sonra fena halde patlayan bir yaradılışa sahipti. Onun için de şu akşamın içine etmeyin arkadaşlar dercesine bakıyordu kendisiyle dalga geçmeye gelen kedilere. Bu arada, kendisinin ne denli iri olduğunu görüp belki korkup giderler diye şöyle bir olduğu yerde dikilip kedilere doğru üç dört adım attı. Onun bu hali kedileri korkutmadığı gibi, Koca Narin’in üç bacaklı olduğunu görüp iyice coşmuşlardı kediler. Birbirlerine onun kopuk dördüncü bacağının yerini gösterip dalga geçiyorlar ve taklidini yapıp kahkahalarla gülüp eğeleniyorlardı. Yanındaki dişi beyaz kedi korkudan titremeye başlamıştı. Bu üç kedinin hem boyuna posuna hayran olduğu bu kara kediyi döveceklerini ve hem de kendisini onun elinden alacaklarını düşünüyordu.

Koca Narin bir yandan soğukkanlılığını korumaya çalışıyor, diğer yandan da düşünüyordu. Bu kedilerle kavga kaçınılmaz olmuştu. O istemese de bu böyleydi. Yoksa bundan sonra ne damlara çıkabilir ne de diğer kedilerin yüzüne bakabildi. Onun için de bir an önce düşünüp nasıl dövüşeceğine karar vermesi gerekiyordu. İlkin Sarman’ı saf dışı etmeliydi. Onu saf dışı edebilirse gerisi kolaydı. Yoksa üç bacağıyla hepsiyle başa çıkması zor olacaktı. Bunun sonuçlarını düşünüp içine bir korku girdi. Kiremitlerin üzerinde yatan kan içerisinde bir Koca Narin. Elinden sevgilisini almış üç kedinin kendisiyle dalga geçip giderlerken yattığı yerden arkalarından bakıyor... Böyle bir olasılıkla karşılaşmamak için ölümüne dövüşmeye karar verdi daha fazla düşünmeden. İlkin sağ ön ayağıyla bıyıklarını sıvazladı ve aynı ayağını kullanarak Sarman’a bir pençe attı. Boş bulunan Sarman, bu pençenin karşısındaki kediden mi yoksa bir aslandan mı geldiğini düşündü kendisini geriye doğru atarken. Diğerlerinin de şaşkınlığından yaralanıp ikinci bir pençe daha savurdu hasmına. Sarman arka ayaklarından biri olmayan bu koca kediden böyle bir ikinci hamle beklemediği için sırt üstü kiremitlerin üstüne düşmüştü. Kendisinin alay ettiği yetmiyormuş gibi, diğer kedileri de Koca Narin’le alay etmek için bulup getiren tekir öyle bir pençe yedi ki, daha ilk darbe onu kiremitlerden aşağıya yuvarladı. Son gelen kedi de çareyi kaçmakta bulunca Sarman yalnız kalmış ve özür dilercesine Narin’e bakıp oradan uzaklaşmıştı.

Güzel bir Mart akşamı geçiren Koca Narin yazıhaneye dönerek her zamanki gibi Haluk’un masasının üzerinde yatıp sabaha dek güzel bir uyku çekti. Rüyasında, bir çatıda iki tane birbirinden güzel beyaz renkli dişi kedi görürken Nuray’ın geldiğini duyup uyandı. İlk işi onun yemeğini vermek olurdu Nuray’ın. Biraz sonra da elinde kedi mamasıyla gelen sahibesi onu biraz okşadıktan sonra mamasını önüne koyarken:

“Yavrularından selam getirdim sana” deyip gitti. Konuşmasını bilse teşekkür ederim, sen de yavrularıma selam söyle, onları benim için öp diyecekti ama bunu beceremediği için önündeki mamasına eğilip iştahla yedi. Haluk o gün işyerine çok sinirli gelmişti. Elindeki senedi sallayıp bir şeyler söylüyordu Nuray’a. Koca Narin kulak kabartınca onun ne dediğini anladı. Kendisini kedi seven diye tanıtan kedi ezene kızıyordu. Adam hiç para ödememişti aylardır mal aldığı halde. Masasına gelip ilk kez Koca Narin’i sevmeden bir yere telefon etti Haluk. Kendisini sevmeden hiçbir iş yapmayan sahibine tuhaf tuhaf bakıyordu kedi. Haluk adama bağırıp çağırdı ve işyerine çağırdı onu. Adam on dakika sonra oradaydı. O kadar azar işittiği halde pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Haluk’un odasına girdiğinde ilk yaptığı iş de güzel sözler söyleyip Koca Narin’i kucağına almak oldu.

“Niye ödemedin senedini?” diye sordu Haluk.

“Çok perişan durumdayım abi. Annemi ameliyat ettirdim, babamı sünnet ettirdim.”

“Babanı sünnet mi ettirdin? ”

“Pardon yanlış söyledim abi, çocuklarımı sünnet ettirdim diyecektim. ”

“Bu senedi ne zaman ödemeyi düşünüyorsun?”

“İki aylık bir senet imzalayayım da onu bana geri ver abi.”

“Olmaz öyle şey, yarına kadar ödemezsen borcunun hepsini, bu senedi takibe koyacağım.”

“Aman abi, icraya mı vereceksin beni?”

“ Evet. Abisi mabisi kalmadı bu işin, sen numara yapıyorsun bana. Kendini ne sanıyorsun sen?” derken sesini yükseltip azarlamıştı adı Hikmet olan adamı Haluk. Onun adama bu biçimde bağırdığını gören Koca Narin, bunda bir iş var diye yavaşça onun kucağından kalkarak yeniden Haluk’un masasının üstüne çıktı. Adam süklüm püklüm odadan çıktı. Bu kez alay etmedi Haluk’la; ama yine kendi kendine konuştu:

“Yarına kadar çok şey değişir kedi sever Haluk Bey. Sabah ola hayır ola diyeceğim ama bu iş geceden halledilmeli” deyip oradan uzaklaştı.

Mart gecelerinin tadını çıkarmayı düşünen ve biraz sonra dışarıya çıkmaya karar veren Koca Narin, Haluk’un masasının üstünde, yattığı yerden tüylerini yalayıp parlatmaya başladığında bir tıkırtı duyup kulak kabartır. Bu fare tıkırtısına benzemeyen ses, onun her zaman dışarıya çıktığı yarı açık duran pencerenin olduğu tarafından gelmiştir. Dikkatle sesin geldiği yana bakarken bir çakmağın yakıldığını ve ışığın kendisinden yana doğru geldiğini gördü. Biraz sonra da Haluk’un odasına giren adamı tanımıştır Koca Narin. Gözlerini kapatıp uyur numarası yapmaya karar vererek; gündüz sahibinin azarladığı bu adamın iyi şeyler düşünerek buraya gelmediğini anlamıştır. Adam da onu görmüştür.

“Koca poposunu devirip ne biçim yatmış topal kedi. Gel keyfim gel. Biraz sonra da benim keyfim gelecek, dur bakalım” diyen adam bunları söyledikten sonra Haluk’un protestolu senedi koyduğu çekmeceyi açmaya çalıştı ama açamadı. Masanın gözünün kilitli olduğu görüp cebinden çıkardığı büyük bir tornavida çıkardı. Gözünün birini hafifçe aralamış olan kedi onun tüm yaptıklarını dikkatle izliyordu. Bir elinde çakmağın ışığından yararlanarak, diğer elindeki tornavidayı anahtar deliğine doğru yaklaştırdı. Korkunç bir sesle birlikte öylesine bir pençe attı ki adamın eline Koca Narin, Hikmet bir çığlık patlatarak elinden tornavidayı düşürdü. Diğer elindeki çakmak da sönmüştü bu arada. Adam kendini toparlayamadan ikinci pençeyi de geçirmişti aynı eline Koca Narin. Adam o pençelerden kurtulmaya çalışırken bir pençe de yanağına yedi. Senedi falan unutan adam kendisini kurtarma derdine düştü. Kedi karanlıkta Hikmet’in perişan durumunu rahatlıkla görebiliyordu. Diğer pençesini de kendisin kurtardığını sanıp kaçmaya çalışan bu senet hırsızının sırtına attı Koca Narin. Koşarak ve çevresine çarparak geldiği pencereye giden adam başını pencereden dışarıya çıkarıp kendisini boşluğa bıraktı. Koca Narin dışarıya baktığında bacağının biri paslı demir kazığa saplanan adamın bayıldığını gördü.

Aradan bir zaman geçtikten sonra Haluk’la Nuray’ın aralarındaki konuşmaları dinleyen Koca Narin şakın şaşkın onlara bakıyordu.

“İcraya verecek misin Hikmet’i?” diye soruyordu Nuray.

“ Hayır, düşünmüyorum” dedi Haluk.

“Niye düşünmüyorsun?”

“Adamın bir bacağını kestiler. Nasıl ödeyecek ki bu durumda borcunu? Üstelik de adam bir kedi sever. ”

“Ben o adamın kedi sever olduğuna inanmıyorum Haluk, sen ne dersen de.”

“Öyle olsa bile adam bizim için kendisini sakatlamış, söylemedim mi sana karakoldaki ifadesini?”

“Söyledin de ben ona da inanmadım.”

“Niye Nuray?”

“Orada ne arıyordun diyen polise, Haluk Bey’in işyerine hırsız giriyordu, onu önlemeye çalışırken bu hale geldim demiş ama ellerindeki ve yüzündeki o tırmıkları açıklayamıyor? Bizim işyerine giren hırsızın kedi olması gerekir adamın yüzündeki tırmıklara bakınca.”

“Adamın evinde yirmiden fazla kedi varmış Nuray. Belki de onlardan biri tırmalamıştır daha önce?”

Nuray Haluk’a bu kadar saf olma hayatım der gibi bakarken Koca Narin de: “İnsaf be abi, benim pençelerimi tanıyamıyor musun?” der gibi bakıyordu Haluk’a...
Hikayeler
                                                                                                                 
Kum Kabı

Canım biraz sıkkın son günlerde. Havalardan desem değil, yağmur desem hiç değil. Geriye bir tek neden kalıyor. Bildiniz, bizim bayır turbu. Koridorda salınırken karşıma çıkınca ya da mama kabına yumulmuşken üstüme düşen gölgesini fark edince içimde tarif edemediğim bir hareketlenme oluyor ama bunlar eskiden de olurdu. Son günlerde canımı sıkan işin asıl başka yönü.

Şöyle alıp başımı, uzaklara gidesim var. Bizim maydanoz, gözlerini ayırıp camdan bakarken, arkama bakmadan yavaş yavaş yürüyüp, dönüp dönmeyeceğimi bir tek kendimin bileceği bir yerlere gitmek isterdim, köşe başındaki bakkaldan bir şişe süt alıp kafaya dikerek yürümek... Aslında benim gereksinimim başka yerler görmekten çok, biraz yalnız kalmak. İnanın her gün üç oda, dört duvar arasında dönüp duruyorum. Her yanım duvar, nereye baksan duvarları görüyorum. Ancak duvarların bizimkinden bir üstün yanı var. İkiside üstüne üstüne geliyor ama en azından, duvarlar kedinin özel hayatına karışmıyor.

Geçenlerde bizimkinin yeni aldığı kapalı kum kabına girdim, sağa sola bakınıp kumu biraz eşeledim. Tam kakamı yapacağım, bir baktım kabın kapısında, tersten eğilmiş içeri bakıyor. Ulan gözlerini faltaşı gibi açıp ne görmeyi umut ediyorsun tuvalet kabının içinde? Kafamı çevirip gözünün içine doğru bakmaya çalıştım. Bakışlarıma şaşkın bir ifade verdim ki, hıyar turşusu yaptığı eşekliği fark etsin. Biraz sonra yorulup, kafasını kaldırdı. Herhalde gitti diye düşünüp, bir iki dakika daha bekledikten sonra, bizimkini denemek için kumu biraz daha eşeledim. Akıllı, meğer kabın arkasına gizlenmiş. Elinde plastikten oyuncak kürekle hemen kaba uzanıverdi. Aklı sıra daha kakam yere düşmeden havada yakalayacak. Kardeşim bu kumu niye koyuyorsun o zaman. Kakamı yere değmeden toplamak için, kapı arkalarında mevzi tutmana gerek var mı? Bırak, rahat rahat işimizi görelim, sonra sen kazmayla mı kürekle mi, neyle istersen onla gir içeri. Nedir bu acelen? Neredeyse kırkına geldin, elinde plastik kürekle, kaka peşinde koşuyorsun. Diyelim havada yakaladın, madalya mı verecekler sana?

Hem bak, kürek tutan elin hiç gereği yokken çizildi, hatta içinden bir kırmızılık bile çıktı. Değer miydi, elinde boş bir kürekle komşu kapılarında sargı bezi aranmaya...

 
  6-C
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  İYİ EĞLENCELER


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
MÜKEMMEL
İYİ
İŞTE
İDARE EDER
ÇİRKİN
BERBAT
Anket hala devam ediyor 4646 gün, 19 saat, 34 dakika ve 49 saniye

(Sonucu göster)


Bugün 45 ziyaretçi (90 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol